Equinox, latince ‘’eşit’’ ve ‘’gece’’ kelimlerinin birleşimininden oluşan, güneş ışınlarının ekvator çizgisine dik açıyla gelmesi ve gezegenin neredeyse her noktasında gece ile gündüzün eşit uzunlukta olması durumunu ifade eder. Yılda iki kez yaşanan bu eşitlenmenin hemen ardından gece ile gündüz yeniden kendi ritimlerinde birbirlerini kovalamaya devam ederler. Bu yıl 22 Eylül’de gerçekleşen Sonbahar Ekinoksunun hemen ardından artık geceler uzamaya gündüzler kısalmaya başladı.
Evrenin, sembollere işlediği biliş halini muzipçe sergilediği Ekinoks’u, yaşamımdaki rehberlerimi; doğayı, düngülerini, mitolojiyi, arketipleri, insanı, gökyüzünü ve kendi iç denizimi gözlemleyerek anlamaya, anlamlandırmaya ve kelimelerle maddeleştirmeye, görünür hale getirmeye çalışacağım. Bu yazıda derlediklerimle; kainatın, yaşamın içindeki her görünür olanın birbiriyle ne kadar uyumlu olduğuna, dışarıda ne varsa içeride, yukarıda ne varsa aşağıda da olduğuna birlikte şahit olacağız. Ve doğanın döngüleriyle uyumlanıp, yaşam nehrinin akıntınsına katılmayı, yaşamla birlikte akmayı hatırlayacağız.
Sana sol elimi uzatıyorum sevgi okuyucu, dilersen elini tut ve gözlerini kapat, ortalarındaki görünmez olanı aç ve birlikte bir yolculuğa çıkalım. Kabulünse, başlayalım.
İnsanların; yaşamlarını doğanın döngülerine göre sürdürdüğü dönemlerden bu yana ekinokslar, çeşitli kültürlerde, coğrafyalarda, inanç sistemlerinde ritüeller, dualar, şükranlarla kutlanmış. Özellikle, yaratıcıyı doğadan ve dolayısıyla kendinden ayrı görmeyen inanç sistemlerinde daha derin anlamlar ile kutlanmış. Birbirinden bambaşka topraklarda yaşayan, bambaşka inanışlara sahip olan bu kültürler, doğayla uyumlandıklarında ne kadar da aynılaşıyorlar, yukarıda farklı görünen dallar aşağıda nasıl da aynı köklerden besleniyorlar aslında.
Sonbahar ekinoksu İran – Zerdüş geleneğinde Mithrakana – Mihrican bayramı olarak; ekinlere şükretmek ve güneşin yer altına inmesini, tabiatın içine çekilmesini onurlandırmak, için 6 gün boyunca kutlanırmış.
Japon – Budist geleneğinde ekinoksların her ikisi de ‘’Hygan’’ ismiyle anılan ‘’öbür taraf, öbür kıyı’’ olarak çevrilebilecek olan bir bayramla kutlanıyormuş ancak, ilkbahar ekinoksundan farklı olarak, sonbahar ekinoksunda, ölülerin ruhları ile bağlantı kurulabilecek özel etkilerin olduğu inanışından dolayı atalarını anıyor ve mezarlık ziyaretleri yapıyorlarmış. 7 gün boyunca süren kutlamalarda 7 sonbahar bitkisiyle süslemeler yapıp yöresel yemeklerinden şölenler düzenlerlermiş.
Slavlarda ise, yaşlı kadınlar hasat ürünlerinden ekmekler yapar, tecrübeli, görmüş geçirmiş ellerin mayaladığı ekmekler yenir, genç kızlar şarkılar söyleyip danslar eder, yazın verdiği meyvelerle, bitkilerle süslenip şükranlarını sunarlarmış.
Pagan – Wiccan geleneğinde Mabon Sabbat olarak kutlanan sonbahar ekinoksunda, çeşitli sunaklar hazırlayıp, törenler ritüeller düzenleyerek, değişen mevsimleri onurlandırmak, doğanın döngüsüne, yazın mahsüllerine, sahip olduklarına şükrederlermiş. Aydınlığın ve karanlığın tam ortasında, döngünün kapanan döneminin hasatına şükredip, açılan dönemini onurlandırmak, toprağın armağanlarını kutlarken, onun kendi döngüsündeki ölümünü, içine dönmesini onurlandırmak için, hazırladıkları hasat meyvelerinden, ürünlerinden oluşan sunaklarını yeniden doğaya sunarlarmış. Bu özel ritülleri genellikle ormanda yaparlar, doğayı kalbinde onurlandırılarmış. Ritüllerinde toprağın verici, besleyici yanına şükranları sunup, Kara Anneyi, toprağın, dişilin yutan, yok eden yanını selamlarlarmış. Affetme ve kapanan dönemde kendini gözlemleme niyetleri yapılıp, dışa dönük bir yaz boyunca ilişkilendikleri kişileri ve olayları değerlendirme, farkedebilme talebiyle ritüellerini yaparlarmış. Keza, kara annenin koynuna, kendi içsel mağaralarına girmeden önce, geçmişe bir dönüp bakmak, ölüme hazır olanları görebilmek için mükemmel bir zamanlama çünkü kışa, karanlık geceye dalmak, bilinçdışımızın ‘kara anne’ arketipinin koynuna girmektir. Bir renk ile ifade edecek olursam siyah değil, rengin olmaması durumudur. Yokolmaya hazır olanları yokeder ki, yeni tohumlar atılabilsin toprağına.
Yazın hasatıyla kışı geçiren atalarımız için ekinoksun bir geçiş anı olduğunu görüyorum ancak biz bu geçiş halini tam hissedemedik değil mi ? Değirmenci kızı olan annemden öğrendiğim bir döngüden, buğdayın döngüsünden bahsedeceğim sizlere. Hasat’a biraz daha yaklaşalım. Yaklaşalım ki içsel hasatımızı kavrayabilelim.
Kasım ayında toprak havalandırılır, yabani otları ayıklanır ve Aralık ayında tohumlar tarlaya saçılır. Nisan, mayıs aylarına kadar tohumlar, toprağın altında, karanlıktadır. Bazıları beslenemez, yeteri kadar suyu, minerali, vitamini çekemez topraktan. Ancak beslenebilen, görünmeye hazır olan, kendi içine sığamaz, kabuğunu çatlatır, toprağı çatlatır ve yenice beslemeye hazırlanan güneşe doğru uzatır kafasını. Filizdir artık. İnce, narin, suya, bakıma muhtaçtır hala. Haziran ayında toprağın altındaki kökleriyle gövdesini büyütmeye ve başaklarını vermeye başlar. Temmuz boyunca başaklar olgunlaşır ve kendilerini yaşamı beslemeye hazırlarlar. Çiftçiler ağustos ayında elleriyle hasat etmeye başlarlar aylarca besledikleri ve yine elleriyle toprağa verdikleri o ilk tohumları. Eylül ayında, köy meydanlarında, yerlerde öbek öbek başaklar dizilidir. Çiftçiler ve buğdaylar rüzgarı beklemeye başlarlar.Sapla samanın ayrılma vakidir. Rüzgarın başakları savurmasını, ve içlerindeki buğdayı ortaya çıkarmasını beklerler. Buğdayın dış kabuğu savrulur gider ve içindeki tüm yıl boyunca çiftçiyi besleyecek meyvesi, özü kalır geriye. Ekinoks gelmiştir. Kış boyunca onları doyuracak, sattıklarında kazanca dönüştürecek besinleri hazırdır artık. Hasat tamamlanmıştır. Ve aynı zamanda karanlık çökmüş, kış kapıya dayanmıştır. Köy halkı evlere girmiş, kapılar kapanmış, enerjiler içe dönmüştür. Yaza, harekete, çalışmaya hazırlanmak için kaynaklarını tüketerek gücünü toplamalıdır, dinlenmeye, gücünü toplamaya çekilmiştir yuvasına. Buğdayın da keyfi yerindedir, tohumken kurduğu hayali, yaşama besin olma hayalini yaşıyordur. Sobayı yeni yakmış çiftçinin evinden dışarıya, ayaza çıkalım mı ? Çıplak kalmış tarlaya gidelim, toprağa soralım ‘’halin nicedir ? ‘’ Bahardaki yemyeşil, şenlikli halinin yerini kahverengi bir yokluk almış. Rüzgar ve yağmur da desteğe gelmişler, el birliğiyle bir yıkım başlamış. Yüzeyde kalan çeri çöpü yutmakla meşgul toprak, yeni tohumları beslemeye hazırlanmak için.. Öldürüyor üzerinde ne varsa yeniden doğurmak için. Korkma, toprak ana bizi de çekiyor içine. . Ekim Kasıma dönüyor. Kasım Nar ayı, Nar ateş demek. Elimi tut, sol elimi. Annenin karnında, rahminde geçirdin günlerdeki güven hissini hatırla. Demeter toprağın üzerinde ölüm şarkısını söylerken toprağın altında yeniden doğuruyor gördün mü? Çirtçi, toprağını sürüyor bir yandan.Toprağın altı üstünden daha zengin değil mi ? Kurtlar, yılanlar da orada, su kaynakları da, değerli taşlar da… Toprağın üzeri kısır bir kahverengi ve birkaç yabani otla kaplı hala ancak toprağın altı yeni gelecek tohumlara hazırlanıyor. Aralık gelmiş… En uzun geceden, ruhun karanlık gecesinden geçecek tüm varoluş. Çitfçi tohumları gömüyor en karanlığa, Umay Ana, süt gölünde yaşam üflüyor tohumlara. Kiminin yaşamı toprağın altında bitiyor tohumların, henüz cenin iken, toprağa yeniden besin oluyor, kiminin bir insanın ağzında bitiyor yaşamı, buğdayların, toprağa yeniden besin oluyor….
Evren bizimle kendi diliyle konuşuyor, duyuyor musun? Ekinoksun bir geçiş hali olduğunu, tüm yılın hasatını etmek, geçmişi gözden geçirip eylemlerini, ürünlerini değerlendirmek yanına alıp yeni döneme dahil edeceklerini ve artık ihtiyacın olmayanları ayrıştırmak, vkti dolanla vedalaşıp yola, yeni döneme, geleceğe başaklarından ayırdığın buğdaylarla devam etmek. Yeni döngünün ilk durağı yeraltına, kendi içine inmek. Yeni tohumları ekmek için kendi toprağımıza, karanlığımıza, rahme girdiğimizde, ay ışığının geceye süzüldüğü gibi, biz de içsel gözümüzle karanlığımıza ışık süzülür ve ve görülmeyi bekleyen, günyüzümüzde yer vermediğimiz, kabul etmediğimiz, bilincimizin güya ‘’farkında olmadığı’ benlerimizle karşılaşırız. Onları kucaklayıp, bilincimize, aydınlığımıza taşırsak tam da hasat vaktinin hemen ardından, kaynağın ışığına teslim edebiliriz. Onları, esaretten kurtarıp özgürlüğe uçurabiliriz. Çift taraflı esaret ve çift taraflı bir özgürlük bu. İşte o vakit, alanımızdaki, toprağımızdaki boşluğa yeni tohumlar ekebiliriz gelecek için.
22 aralığa kadar önümüzdeki kış gecelerini, görünen ve görünmeyen inançlarımızı, değerlerimizi, sınırlarımızı, içimizde bizden beslenen ben’lerimizi, atalarımızdan yüreklice aldığımız dolanıklıkları, zamansızlık içinde halen başka boyutlarda yaşadığımız başka senaryolardan üzerimize yapışanları görebileceğimiz, karanlıkta el yordamıyla kendi canavarlarımızı da cevherlerimizi bulabileceğimiz, eskiyi yıkıp yeniyi var edebileceğimiz, Ardımızda kalan ekin döneminden hasat ettiklerimize bir bakıp, bize hizmet etmeyenlenleri ayıracağımız, kabukları üfürüp, özünü cebimize koyacağımz, kendi karanlığımıza içimizdeki dişil özle dalabileceğimiz o büyülü kış gecelerine giriyoruz. Kalp ateşimizi yakarsak üşümeyiz, hasatımızın kaynaklarını tüketirsek aç kalmayız. Canavarlarımızla birlikte oturmak, kucaklaşmak için kalp ateşimiz, dişil enerjimizin şefkatli yüzü eşlik eder bize. Toprağımızın altını üstüne getirelim ki, yıkımdan sonraki yeni yaratımlara rahim, yuva olabilsin. Ve tohumlarımızı, henüz kışken, kendi karanlığımızın tam içindeyken içindeyken atalım ki, bahar geldiğinde filizlendiklerini görebilelim. Düşleyelim ki, geleceğimizi kendi seçimlerimiz yaratsın, tarlamızı yabani otlar sarmasın. Aslında nasıl ki mitlerde, masallarda tüm karakterler biziz, doğanın rehberliğinde de durum aynı. Yani çiftçi de biziz, toprak da, tohum da, buğday da.. Kendi kabına sığmayan, kendini ve toprağını yaratıp kafasını güne uzatan tuhum. Kabuğundan arınınca kendine varabilen buğday.
Ekinokslar, gündoğumu, gün batımı, , cinsel birleşme ve orgazm, an (ruh-beden-zihin kutsal üçlüsünün geçmiş ile geleceğin kesitiği o yerde, an’da olması) ; iki zıttın aynı anda varolması, kavuşması olduğu için ve dünya ikiliğinin bir anlığına bir olduğu için mi bizi o zamanlar böylesine etkiliyor ? Rahman ve rahim olanı. İkiden bir olanı. Geldiğümüz kaynağı hatırlıyoruzdur belki, kimbilir…
Ekinoks; Gün ile gecenin, aydınlık ile karanlığın, yin ile yangın, sıcak ile soğuğun, ikilik danslarına ara verdikleri kısacık bir soluklanma anı. Geçmiş ile geleceğin tam ortası, şimdi, an… Hareket ile dingiliğin, yapma ile olmanın birbirine karışması. Dualitenin içine dahil olan her ikiliğin ahenkle sevişmesinin orgazmı. O tek bir an, bir olma hali. Ourobus’un kuyruğu ile ağzının buluşması. Zihnin tek bir an’lığına sustuğu, içinde hiçliğin ve hepliğin olduğu o büyülü ‘an’.
Sonrası yine döngünün devamlılığındaki gel-gitler… Dualitede dengenin eşitlik değil, bir salınım hali olduğunu, tek bir an eşitlenip sonra kendi döngülerine dönen gece ile gündüz ile anlatır bize ekinoks.
Sonbahar ekinoksu; gündüze, aydınlığa, verimliliğe, doğurganlığa, harekete, sıcağa, yaza, bir önceki döngünün kış sonunda attığımız tohumlarımızdan hayat bulan yaratımlarımıza, tüm yaz boyunca kendi emeğimize teşekkür edip; geceye, karanlığa, soğuğa, kışa girerken; içimize, toprağımızın altına çekilmeden hemen önceki o kısacık an’a, yeyüzündeki hasatımıza ve yeraltında tohumlanabilecek olasılıklara bir kısa bakış şansı. Ateş elementinden su elementine geçiş, hareketten dinginliğe, parlamaktan akmağa, fikirlerden sezgiselliğe, maddeden manaya. Manadan beslenip, baharda yeniden maddeyi yaratabilmek için. Eril yanımızla yaratımımızı dişil yanımızdan doğurmak haline geçiş.
Ekinoks bir eşik. Yaşam ile ölümün birbiriyle varolduğu bir düzende, kutsal ilahilerindeki bir soluk alma anı ekinoks. Sonbahar ekinoksunu anlamak için somut ve soyut ölümü, ölümü anlamak için ilk rehberimin dizinin dibine götüreceğim seni. Ağaca. Bahçemdeki yabani erik ağacını, ay ağacımı onurlandırmak sırtımızı onun gövdesine yaslayıp biraz tefekkür edelim. Bu günlerde kıpkırmızı yaprakları kahverengiye döndü yabani erik ağacının ve rüzgarlar en güçsüzlerini toprağa düşürmeye başladı bile. Baharda pesbembe çiçeklerinden vazgeçti meyvelerini doğurmak için, yazın meyvelerine tutunmadı, dağıttı kurda, kuşa, insana, Şimdi de yapraklarına veda etmek üzere. Tutunmadı, hiçbirine ‘’ben, benim’’ demedi. İnanna gibi sırasıyla soyundu her sonbahar toprağın koynunda. Çırılçıplak kaldı İnanna gibi her kış, Ereşgikal’in koynunda. Toprağın üzerinde, görünür olanlarından, bırakma vakti gelenleri bıraktı sırasıyla ki, gücünü toprağın altına köklerine verebilsin. Kışın köklerini besledi, genişledi, iyice yayıldı her seferinde toprak ananın bedeninde. Ekim geldi, kasımda çırılçıplak kalacak yabani erik ağacı. Bakan onda ölümü görecek, kısırlığı görecek ancak o içten içe besleyyecek torağın altında kendini. Tüm ben’lerinden arınmış halde, yeni döngüsüne hazırlayacak kendini. Güçsüz dallarını, kurumuş yapraklarını uğurladı rüzgarla, kaynağa yeniden besin oldular onlar da. Baharda pespembe çiçeklerine tutunsaydı, yazın meyvelerini dallarında çürütseydi, sonbaharda yapraklarım benim kimliğim deseydi, kışın besleyemecekti köklerini, görüneni beslemekten. Kökleri güçsüz bir agaç, baharda kendini yeniden doğuramaz. Yazın çiçeklerinden meyvesini oluşturamaz, sağlıkla dallarında tutamaz… Hoş, her halükarda toprağa yeniden döner. Yeniden karışır döngüye, bütüne. Her halükarda hizmet eder yaşama. Şey’lerin ölümü de böyledir, yaşam ölümü doğurur, ölüm yaşamı. Sırtımızı yasladığımız yabani erik ağacı, şefkatle anlatır bize, bir bedenin ölümünü de, tutunduğumuz her şey’in ölümünü de… Ben dediğimiz ve artık hizmetini tamamlamış, vadesi dolan her şey’den azade olmanın yeniyi doğurmadan önceki son adım olduğunu anlatır bize. Alanımızda boşluk oluşturunca ancak, kaynak yerini yenisiyle dolduracaktır. Yeni yaratımlar yapabilmemiz için ilk şarttır eskilere tutunmadan toprağa gömebilmemiz. Köklerimizi, özümüzün beslendiği kanallarımızı genişletebilmemiz için, görünür olan ve artık çürümüş kurumuş, dallarımızı rüzgara emanet edebilmemizi fısıldar yabani erik ağacı kulaklarımıza.
Kışı yazı doğurur, yazı kışı; karanlığı aydınlık doğurur, aydınlık karanlığı. Yin yangı doğurur, yang yin’i. Mana maddeyi doğurur, madde manayı. Yaz, güneş, aydınlık, hareket, yaratım eril prensiptir ancak; yazın yaratımını kış tohumlar. Aydınlıkta görününür olanlar karanlıkta beslenenlerdir. Dünyayı Tanrı Ülgen yaratır ancak, sonsuz sulardan çıkıp yaratım ilhamını verip yeniden suyun dibine dalan Tanrıça Akana’dır. Düş gece kurulur, gerçeğe gün doğunca dönüşür. Ancak gece kabusları da taşır koynunda. Karanlıkta canavarlar da beslenir –ki hepsi bizim parçalarımız – tohumlar da. Gecenin koyunda kabuslar da –ki hepsi yine bizim yaratımımız- var düşler de. Kış hem öldürür yüzeydekileri, hem besler derinlerdekileri. Düşlere, tohumlara erişmek için karanlığın içine, toprağın altına girmemiz gerekir bir ağaç gibi, İnanna gibi, çıplak kalana kadar soyunarak… Kendi yeraltımıza indiğimizde, bilinçdışının labiretlerindeki kendi hayaletlerimizle karşılatığımıda, yin enerji eşlik eder bize. Ve işte ekinoks bir görev teslim törenidir. Birbirinin içinde, birbirini doğuran, birbiriyle varolan ve iki zıt görünümlü bu iki prensibin devir teslim töreni. Karanlıkta sahne, örtülü olan yin’indir. Karanlığın, gecenin, ay’ın su’yun, içe dönük olanın, sprilde merkeze kıvrılanın, bilinçdışının, rahmin, düşün, tohumun, yeniden doğum için ölüme hazır olmanın, kadın bedeninde kanamanındır sahne.
Mitlere kıvrakça bir geçiş yapmışken; biraz daha girelim o o çılgın ve büyülü evrene.
Tanrı Vişnu, kzomik okyanusta bir adı da Şeşa olan bir Yılan – Tanrıça Ananta’nın üzerine uzanır ve Evren’in düşünü görür. Sonsuzluk anlamına gelen Tanrıça Ananta’nın koynunda bir Tanrı, bizim gerçekliğimizi gördüğü düş ile yaratır. Sonsuzluğun içinde bir dişilin koynundaki erilin düşleriyiz =) İkiliğin birbiriyle dansından doğan yaratım, zihnin susmasıyla gelen kozmik sonsuzluğun meyvesi. Ekinoks’un mitlerle ifadesi.
Yeraltı ve ölümle ilişkilendirilen karakterler Hades ve Ereşgikhal. Bunlar yeraltının tanrısı ve tanrıçası. İnannanın fıtınalı aşkı, çekişmeli kocası Dumuzi, her sonbahar ekinoksunda yeraltına, Ereshgikal’in egemenliğine, Karanlık Anne’nin koynuna inmek zorundadır ve yeryüzündeki canlılık da onunla birlikte çekilir ölüme, yeraltına. Ve her bahar ekinoksunda yeniden yeryüzüne, yaşama ve aşkına kavuşur. Tabiatın uyanması, toprağın, ağaçların yeniden süslerini giyinmesi işte Dumuzi’nin yeraltında, ölüm diyarında beslediği spermlerinin, karısıyla sevişmek suretiyle yeryüzüne yayılmasından kaynaklıdır.
Demeter’in biricik ve narin kızı Persephone, sonbahar ekinoksunda yeraltına, zoraki kocası Hades’in koynuna çekilir. Ve onunla birlikte tüm canlıklık da tabii. Demeter sevgili kızını torağa verdiğinde yeryüzüne ölüm saçar ve Persephone yeraltında tohumlanıp baharda yeryüzüne çıktığında, toprak yeniden filizlenir, Demeter yeniden besleyen, doyuran yüzüyle Gaia’nın tüm çocuklarını bereketini yaymaya başlar. Hades Gök ilminde Plütodur. Plüto, yeraltı, bilindışı, gizli – saklı olanlarla ilişkilidir. Akrep’tir. Kasım’dır.
İnsan rehberlerimden olan Jung şöyle söylemiş ‘’ Mitler, ruhumuzdaki kendini tekrarlayan ebedi kalıplardır;’’
Ben bunları yazarken başımı kadırıp göğe baktığımda, ay tepemde son dördününde. Bize görünen tarafının, karanlığı ve aydınlığının birbirine eşit olduğu hali. Yavaş yavaş karanlığa bürünecek gün gün. Ay’ın, sonbahar Ekinoksunu kendi ifadesiyle anlatımı. Ay da kendi sonabarında, ışığını uğurlayıp karanlığına hazırlanıyor. Kara Annenin çekim kuvveti her yandan içine çekiyor bizi. Ereshgikal’in, Hekate’nin, Kali’nin… Vulvanın çekim kuvveti, mağaranın çekim kuvveti, spiralin merkeze çekim kuvveti, derine, izbeye… Alice’in harikalar diyarına düşüşü, sezgi kuyusuna çekilmek… Kadın bedeninde kanamadan hemen önceki dönem, sonbahar. Eylül ekime geçiyor… Ay tepemde küçülüyor, karanlığa dönüyor, bedenimde rahmim karanlığa dönüyor, parçası olduğum tabiat karanlığa dönüyor. İçsel gözüm uyanıyor, el değmemiş, atıl topraklarımda geziniyorum. Zamanın kabının içinde döngü her yanımda karanlığa dönüyor. Kasım ayı, Akrebin şifası. Yeraltının şifası, ölümün yıkımını şifası. Yeni olanın doğumu için ölümün soğuk gerçekliği. Sonra 21 Aralık en uzun gece, karanlık ay – gecelerimizin tamamen karanlıkta kaldığı o birkaç gün, bedenimin kanaması… İçsel gücümüzün zirvesi, yaratım tohumları için toprağın en verimli anı. Ardından yeni ay, ardından günlerin uzamaya başladığı o ilk gün. Ardından günün ve gecenin, ışığın ve karanlığın dansı.
Her görünenden işaret yağıyor, her rehber inmiş yeraltına, geçmiş karanlığın ortasına; ‘gel, gel’ diyor bize, korkma gel! Korktuğun her silüette kendini bulacaksın.
Ben bunları yazarken geçirdiğim günlerde, iç gözümün önüne yusyuvarlak gözleri, kahverengi postu, kalın pençeleriyle bir ayı belirdi. Günlerdir, bana rehberlik etti, önce gözlerini gözlerime dikti ve sonra arkasını dönüp inine girdi. Ayının, yazın beslenip, kışı geçirmek için sonbaharda dinlenmeye çekildiğini biliyordum yalnızca ve oldukça sığca. Bu yazı aracılığıyla hepimize bir mesajının olduğu iyice açık hale geldi ve ayının ruhuyla iyice yakınşlaşmak için güvendiğim bir kaynağa başvurdum. Mesajını, alıntıladığım kaynaktan hepimize iletiyiorum
‘’Ayı, su elementini dengeleyen hayvanlardan biridir. Deneyimler, derinleşme, içselleştirme, tefekkür, şifa ve sezgiler su elementinin ilgilendiği konulardır. Su elementi diğer elementlerden farklı olarak, manevi alanda çalışır. Bilgelik, bilmekten gelen güç, inziva ve içe dönü ile manalar konularını çalıştırıp destekler. Ayının gücü deneyimden ve bilgideki derinliğinden gelir. Ayının gücü, su elementinin içe dönebilme kabiliyetinden ileri gelir. Kendini bilen her şeyi bilir ‘’ Çetin Çetintaş, Hayvanlardan Destek Alma Sanatı
Velhasıl sevgili okuyucu, benim görebildiğim, anlamlandırabildiğim her dil, her sembol, her işaret bizi destekliyor, yüreklendiriyor. Yaşamın ritmiyle, onun akışına dahil olup akabilmek için gecenin karanlığına, dişilin tepesinden sular damlayan rutubetli mağarasına, toprağın derinine, yerin dibine, kainatın rahmine, bilinçdışına yol almaya başlayalım. Belki de, el ele, birlikten gelen güçle, kendi özümüze doğru bir yol, spiralin merkezine yolculuk, kendi özümüze diye başlayıp merkezde, köklerimizde birleşeğimizi belki de =)
Kapanışı, beni her defasında büyüleyen zekasını onurlandırmak için Jung’a bırakıyorum;
‘’ Bir insan aydınlığı hayal ederek değil, karanlığın bilincine vararak aydınlanır ‘’
Equinox, latince ‘’eşit’’ ve ‘’gece’’ kelimlerinin birleşimininden oluşan, güneş ışınlarının ekvator çizgisine dik açıyla gelmesi ve gezegenin neredeyse her noktasında gece ile gündüzün eşit uzunlukta olması durumunu ifade eder. Yılda iki kez yaşanan bu eşitlenmenin hemen ardından gece ile gündüz yeniden kendi ritimlerinde birbirlerini kovalamaya devam ederler. Bu yıl 22 Eylül’de gerçekleşen Sonbahar Ekinoksunun hemen ardından artık geceler uzamaya gündüzler kısalmaya başladı.
Evrenin, sembollere işlediği biliş halini muzipçe sergilediği Ekinoks’u, yaşamımdaki rehberlerimi; doğayı, düngülerini, mitolojiyi, arketipleri, insanı, gökyüzünü ve kendi iç denizimi gözlemleyerek anlamaya, anlamlandırmaya ve kelimelerle maddeleştirmeye, görünür hale getirmeye çalışacağım. Bu yazıda derlediklerimle; kainatın, yaşamın içindeki her görünür olanın birbiriyle ne kadar uyumlu olduğuna, dışarıda ne varsa içeride, yukarıda ne varsa aşağıda da olduğuna birlikte şahit olacağız. Ve doğanın döngüleriyle uyumlanıp, yaşam nehrinin akıntınsına katılmayı, yaşamla birlikte akmayı hatırlayacağız.
Sana sol elimi uzatıyorum sevgi okuyucu, dilersen elini tut ve gözlerini kapat, ortalarındaki görünmez olanı aç ve birlikte bir yolculuğa çıkalım. Kabulünse, başlayalım.
İnsanların; yaşamlarını doğanın döngülerine göre sürdürdüğü dönemlerden bu yana ekinokslar, çeşitli kültürlerde, coğrafyalarda, inanç sistemlerinde ritüeller, dualar, şükranlarla kutlanmış. Özellikle, yaratıcıyı doğadan ve dolayısıyla kendinden ayrı görmeyen inanç sistemlerinde daha derin anlamlar ile kutlanmış. Birbirinden bambaşka topraklarda yaşayan, bambaşka inanışlara sahip olan bu kültürler, doğayla uyumlandıklarında ne kadar da aynılaşıyorlar, yukarıda farklı görünen dallar aşağıda nasıl da aynı köklerden besleniyorlar aslında.
Sonbahar ekinoksu İran – Zerdüş geleneğinde Mithrakana – Mihrican bayramı olarak; ekinlere şükretmek ve güneşin yer altına inmesini, tabiatın içine çekilmesini onurlandırmak, için 6 gün boyunca kutlanırmış.
Japon – Budist geleneğinde ekinoksların her ikisi de ‘’Hygan’’ ismiyle anılan ‘’öbür taraf, öbür kıyı’’ olarak çevrilebilecek olan bir bayramla kutlanıyormuş ancak, ilkbahar ekinoksundan farklı olarak, sonbahar ekinoksunda, ölülerin ruhları ile bağlantı kurulabilecek özel etkilerin olduğu inanışından dolayı atalarını anıyor ve mezarlık ziyaretleri yapıyorlarmış. 7 gün boyunca süren kutlamalarda 7 sonbahar bitkisiyle süslemeler yapıp yöresel yemeklerinden şölenler düzenlerlermiş.
Slavlarda ise, yaşlı kadınlar hasat ürünlerinden ekmekler yapar, tecrübeli, görmüş geçirmiş ellerin mayaladığı ekmekler yenir, genç kızlar şarkılar söyleyip danslar eder, yazın verdiği meyvelerle, bitkilerle süslenip şükranlarını sunarlarmış.
Pagan – Wiccan geleneğinde Mabon Sabbat olarak kutlanan sonbahar ekinoksunda, çeşitli sunaklar hazırlayıp, törenler ritüeller düzenleyerek, değişen mevsimleri onurlandırmak, doğanın döngüsüne, yazın mahsüllerine, sahip olduklarına şükrederlermiş. Aydınlığın ve karanlığın tam ortasında, döngünün kapanan döneminin hasatına şükredip, açılan dönemini onurlandırmak, toprağın armağanlarını kutlarken, onun kendi döngüsündeki ölümünü, içine dönmesini onurlandırmak için, hazırladıkları hasat meyvelerinden, ürünlerinden oluşan sunaklarını yeniden doğaya sunarlarmış. Bu özel ritülleri genellikle ormanda yaparlar, doğayı kalbinde onurlandırılarmış. Ritüllerinde toprağın verici, besleyici yanına şükranları sunup, Kara Anneyi, toprağın, dişilin yutan, yok eden yanını selamlarlarmış. Affetme ve kapanan dönemde kendini gözlemleme niyetleri yapılıp, dışa dönük bir yaz boyunca ilişkilendikleri kişileri ve olayları değerlendirme, farkedebilme talebiyle ritüellerini yaparlarmış. Keza, kara annenin koynuna, kendi içsel mağaralarına girmeden önce, geçmişe bir dönüp bakmak, ölüme hazır olanları görebilmek için mükemmel bir zamanlama çünkü kışa, karanlık geceye dalmak, bilinçdışımızın ‘kara anne’ arketipinin koynuna girmektir. Bir renk ile ifade edecek olursam siyah değil, rengin olmaması durumudur. Yokolmaya hazır olanları yokeder ki, yeni tohumlar atılabilsin toprağına.
Yazın hasatıyla kışı geçiren atalarımız için ekinoksun bir geçiş anı olduğunu görüyorum ancak biz bu geçiş halini tam hissedemedik değil mi ? Değirmenci kızı olan annemden öğrendiğim bir döngüden, buğdayın döngüsünden bahsedeceğim sizlere. Hasat’a biraz daha yaklaşalım. Yaklaşalım ki içsel hasatımızı kavrayabilelim.
Kasım ayında toprak havalandırılır, yabani otları ayıklanır ve Aralık ayında tohumlar tarlaya saçılır. Nisan, mayıs aylarına kadar tohumlar, toprağın altında, karanlıktadır. Bazıları beslenemez, yeteri kadar suyu, minerali, vitamini çekemez topraktan. Ancak beslenebilen, görünmeye hazır olan, kendi içine sığamaz, kabuğunu çatlatır, toprağı çatlatır ve yenice beslemeye hazırlanan güneşe doğru uzatır kafasını. Filizdir artık. İnce, narin, suya, bakıma muhtaçtır hala. Haziran ayında toprağın altındaki kökleriyle gövdesini büyütmeye ve başaklarını vermeye başlar. Temmuz boyunca başaklar olgunlaşır ve kendilerini yaşamı beslemeye hazırlarlar. Çiftçiler ağustos ayında elleriyle hasat etmeye başlarlar aylarca besledikleri ve yine elleriyle toprağa verdikleri o ilk tohumları. Eylül ayında, köy meydanlarında, yerlerde öbek öbek başaklar dizilidir. Çiftçiler ve buğdaylar rüzgarı beklemeye başlarlar.Sapla samanın ayrılma vakidir. Rüzgarın başakları savurmasını, ve içlerindeki buğdayı ortaya çıkarmasını beklerler. Buğdayın dış kabuğu savrulur gider ve içindeki tüm yıl boyunca çiftçiyi besleyecek meyvesi, özü kalır geriye. Ekinoks gelmiştir. Kış boyunca onları doyuracak, sattıklarında kazanca dönüştürecek besinleri hazırdır artık. Hasat tamamlanmıştır. Ve aynı zamanda karanlık çökmüş, kış kapıya dayanmıştır. Köy halkı evlere girmiş, kapılar kapanmış, enerjiler içe dönmüştür. Yaza, harekete, çalışmaya hazırlanmak için kaynaklarını tüketerek gücünü toplamalıdır, dinlenmeye, gücünü toplamaya çekilmiştir yuvasına. Buğdayın da keyfi yerindedir, tohumken kurduğu hayali, yaşama besin olma hayalini yaşıyordur. Sobayı yeni yakmış çiftçinin evinden dışarıya, ayaza çıkalım mı ? Çıplak kalmış tarlaya gidelim, toprağa soralım ‘’halin nicedir ? ‘’ Bahardaki yemyeşil, şenlikli halinin yerini kahverengi bir yokluk almış. Rüzgar ve yağmur da desteğe gelmişler, el birliğiyle bir yıkım başlamış. Yüzeyde kalan çeri çöpü yutmakla meşgul toprak, yeni tohumları beslemeye hazırlanmak için.. Öldürüyor üzerinde ne varsa yeniden doğurmak için. Korkma, toprak ana bizi de çekiyor içine. . Ekim Kasıma dönüyor. Kasım Nar ayı, Nar ateş demek. Elimi tut, sol elimi. Annenin karnında, rahminde geçirdin günlerdeki güven hissini hatırla. Demeter toprağın üzerinde ölüm şarkısını söylerken toprağın altında yeniden doğuruyor gördün mü? Çirtçi, toprağını sürüyor bir yandan.Toprağın altı üstünden daha zengin değil mi ? Kurtlar, yılanlar da orada, su kaynakları da, değerli taşlar da… Toprağın üzeri kısır bir kahverengi ve birkaç yabani otla kaplı hala ancak toprağın altı yeni gelecek tohumlara hazırlanıyor. Aralık gelmiş… En uzun geceden, ruhun karanlık gecesinden geçecek tüm varoluş. Çitfçi tohumları gömüyor en karanlığa, Umay Ana, süt gölünde yaşam üflüyor tohumlara. Kiminin yaşamı toprağın altında bitiyor tohumların, henüz cenin iken, toprağa yeniden besin oluyor, kiminin bir insanın ağzında bitiyor yaşamı, buğdayların, toprağa yeniden besin oluyor….
Evren bizimle kendi diliyle konuşuyor, duyuyor musun? Ekinoksun bir geçiş hali olduğunu, tüm yılın hasatını etmek, geçmişi gözden geçirip eylemlerini, ürünlerini değerlendirmek yanına alıp yeni döneme dahil edeceklerini ve artık ihtiyacın olmayanları ayrıştırmak, vkti dolanla vedalaşıp yola, yeni döneme, geleceğe başaklarından ayırdığın buğdaylarla devam etmek. Yeni döngünün ilk durağı yeraltına, kendi içine inmek. Yeni tohumları ekmek için kendi toprağımıza, karanlığımıza, rahme girdiğimizde, ay ışığının geceye süzüldüğü gibi, biz de içsel gözümüzle karanlığımıza ışık süzülür ve ve görülmeyi bekleyen, günyüzümüzde yer vermediğimiz, kabul etmediğimiz, bilincimizin güya ‘’farkında olmadığı’ benlerimizle karşılaşırız. Onları kucaklayıp, bilincimize, aydınlığımıza taşırsak tam da hasat vaktinin hemen ardından, kaynağın ışığına teslim edebiliriz. Onları, esaretten kurtarıp özgürlüğe uçurabiliriz. Çift taraflı esaret ve çift taraflı bir özgürlük bu. İşte o vakit, alanımızdaki, toprağımızdaki boşluğa yeni tohumlar ekebiliriz gelecek için.
22 aralığa kadar önümüzdeki kış gecelerini, görünen ve görünmeyen inançlarımızı, değerlerimizi, sınırlarımızı, içimizde bizden beslenen ben’lerimizi, atalarımızdan yüreklice aldığımız dolanıklıkları, zamansızlık içinde halen başka boyutlarda yaşadığımız başka senaryolardan üzerimize yapışanları görebileceğimiz, karanlıkta el yordamıyla kendi canavarlarımızı da cevherlerimizi bulabileceğimiz, eskiyi yıkıp yeniyi var edebileceğimiz, Ardımızda kalan ekin döneminden hasat ettiklerimize bir bakıp, bize hizmet etmeyenlenleri ayıracağımız, kabukları üfürüp, özünü cebimize koyacağımz, kendi karanlığımıza içimizdeki dişil özle dalabileceğimiz o büyülü kış gecelerine giriyoruz. Kalp ateşimizi yakarsak üşümeyiz, hasatımızın kaynaklarını tüketirsek aç kalmayız. Canavarlarımızla birlikte oturmak, kucaklaşmak için kalp ateşimiz, dişil enerjimizin şefkatli yüzü eşlik eder bize. Toprağımızın altını üstüne getirelim ki, yıkımdan sonraki yeni yaratımlara rahim, yuva olabilsin. Ve tohumlarımızı, henüz kışken, kendi karanlığımızın tam içindeyken içindeyken atalım ki, bahar geldiğinde filizlendiklerini görebilelim. Düşleyelim ki, geleceğimizi kendi seçimlerimiz yaratsın, tarlamızı yabani otlar sarmasın. Aslında nasıl ki mitlerde, masallarda tüm karakterler biziz, doğanın rehberliğinde de durum aynı. Yani çiftçi de biziz, toprak da, tohum da, buğday da.. Kendi kabına sığmayan, kendini ve toprağını yaratıp kafasını güne uzatan tuhum. Kabuğundan arınınca kendine varabilen buğday.
Ekinokslar, gündoğumu, gün batımı, , cinsel birleşme ve orgazm, an (ruh-beden-zihin kutsal üçlüsünün geçmiş ile geleceğin kesitiği o yerde, an’da olması) ; iki zıttın aynı anda varolması, kavuşması olduğu için ve dünya ikiliğinin bir anlığına bir olduğu için mi bizi o zamanlar böylesine etkiliyor ? Rahman ve rahim olanı. İkiden bir olanı. Geldiğümüz kaynağı hatırlıyoruzdur belki, kimbilir…
Ekinoks; Gün ile gecenin, aydınlık ile karanlığın, yin ile yangın, sıcak ile soğuğun, ikilik danslarına ara verdikleri kısacık bir soluklanma anı. Geçmiş ile geleceğin tam ortası, şimdi, an… Hareket ile dingiliğin, yapma ile olmanın birbirine karışması. Dualitenin içine dahil olan her ikiliğin ahenkle sevişmesinin orgazmı. O tek bir an, bir olma hali. Ourobus’un kuyruğu ile ağzının buluşması. Zihnin tek bir an’lığına sustuğu, içinde hiçliğin ve hepliğin olduğu o büyülü ‘an’.
Sonrası yine döngünün devamlılığındaki gel-gitler… Dualitede dengenin eşitlik değil, bir salınım hali olduğunu, tek bir an eşitlenip sonra kendi döngülerine dönen gece ile gündüz ile anlatır bize ekinoks.
Sonbahar ekinoksu; gündüze, aydınlığa, verimliliğe, doğurganlığa, harekete, sıcağa, yaza, bir önceki döngünün kış sonunda attığımız tohumlarımızdan hayat bulan yaratımlarımıza, tüm yaz boyunca kendi emeğimize teşekkür edip; geceye, karanlığa, soğuğa, kışa girerken; içimize, toprağımızın altına çekilmeden hemen önceki o kısacık an’a, yeyüzündeki hasatımıza ve yeraltında tohumlanabilecek olasılıklara bir kısa bakış şansı. Ateş elementinden su elementine geçiş, hareketten dinginliğe, parlamaktan akmağa, fikirlerden sezgiselliğe, maddeden manaya. Manadan beslenip, baharda yeniden maddeyi yaratabilmek için. Eril yanımızla yaratımımızı dişil yanımızdan doğurmak haline geçiş.
Ekinoks bir eşik. Yaşam ile ölümün birbiriyle varolduğu bir düzende, kutsal ilahilerindeki bir soluk alma anı ekinoks. Sonbahar ekinoksunu anlamak için somut ve soyut ölümü, ölümü anlamak için ilk rehberimin dizinin dibine götüreceğim seni. Ağaca. Bahçemdeki yabani erik ağacını, ay ağacımı onurlandırmak sırtımızı onun gövdesine yaslayıp biraz tefekkür edelim. Bu günlerde kıpkırmızı yaprakları kahverengiye döndü yabani erik ağacının ve rüzgarlar en güçsüzlerini toprağa düşürmeye başladı bile. Baharda pesbembe çiçeklerinden vazgeçti meyvelerini doğurmak için, yazın meyvelerine tutunmadı, dağıttı kurda, kuşa, insana, Şimdi de yapraklarına veda etmek üzere. Tutunmadı, hiçbirine ‘’ben, benim’’ demedi. İnanna gibi sırasıyla soyundu her sonbahar toprağın koynunda. Çırılçıplak kaldı İnanna gibi her kış, Ereşgikal’in koynunda. Toprağın üzerinde, görünür olanlarından, bırakma vakti gelenleri bıraktı sırasıyla ki, gücünü toprağın altına köklerine verebilsin. Kışın köklerini besledi, genişledi, iyice yayıldı her seferinde toprak ananın bedeninde. Ekim geldi, kasımda çırılçıplak kalacak yabani erik ağacı. Bakan onda ölümü görecek, kısırlığı görecek ancak o içten içe besleyyecek torağın altında kendini. Tüm ben’lerinden arınmış halde, yeni döngüsüne hazırlayacak kendini. Güçsüz dallarını, kurumuş yapraklarını uğurladı rüzgarla, kaynağa yeniden besin oldular onlar da. Baharda pespembe çiçeklerine tutunsaydı, yazın meyvelerini dallarında çürütseydi, sonbaharda yapraklarım benim kimliğim deseydi, kışın besleyemecekti köklerini, görüneni beslemekten. Kökleri güçsüz bir agaç, baharda kendini yeniden doğuramaz. Yazın çiçeklerinden meyvesini oluşturamaz, sağlıkla dallarında tutamaz… Hoş, her halükarda toprağa yeniden döner. Yeniden karışır döngüye, bütüne. Her halükarda hizmet eder yaşama. Şey’lerin ölümü de böyledir, yaşam ölümü doğurur, ölüm yaşamı. Sırtımızı yasladığımız yabani erik ağacı, şefkatle anlatır bize, bir bedenin ölümünü de, tutunduğumuz her şey’in ölümünü de… Ben dediğimiz ve artık hizmetini tamamlamış, vadesi dolan her şey’den azade olmanın yeniyi doğurmadan önceki son adım olduğunu anlatır bize. Alanımızda boşluk oluşturunca ancak, kaynak yerini yenisiyle dolduracaktır. Yeni yaratımlar yapabilmemiz için ilk şarttır eskilere tutunmadan toprağa gömebilmemiz. Köklerimizi, özümüzün beslendiği kanallarımızı genişletebilmemiz için, görünür olan ve artık çürümüş kurumuş, dallarımızı rüzgara emanet edebilmemizi fısıldar yabani erik ağacı kulaklarımıza.
Kışı yazı doğurur, yazı kışı; karanlığı aydınlık doğurur, aydınlık karanlığı. Yin yangı doğurur, yang yin’i. Mana maddeyi doğurur, madde manayı. Yaz, güneş, aydınlık, hareket, yaratım eril prensiptir ancak; yazın yaratımını kış tohumlar. Aydınlıkta görününür olanlar karanlıkta beslenenlerdir. Dünyayı Tanrı Ülgen yaratır ancak, sonsuz sulardan çıkıp yaratım ilhamını verip yeniden suyun dibine dalan Tanrıça Akana’dır. Düş gece kurulur, gerçeğe gün doğunca dönüşür. Ancak gece kabusları da taşır koynunda. Karanlıkta canavarlar da beslenir –ki hepsi bizim parçalarımız – tohumlar da. Gecenin koyunda kabuslar da –ki hepsi yine bizim yaratımımız- var düşler de. Kış hem öldürür yüzeydekileri, hem besler derinlerdekileri. Düşlere, tohumlara erişmek için karanlığın içine, toprağın altına girmemiz gerekir bir ağaç gibi, İnanna gibi, çıplak kalana kadar soyunarak… Kendi yeraltımıza indiğimizde, bilinçdışının labiretlerindeki kendi hayaletlerimizle karşılatığımıda, yin enerji eşlik eder bize. Ve işte ekinoks bir görev teslim törenidir. Birbirinin içinde, birbirini doğuran, birbiriyle varolan ve iki zıt görünümlü bu iki prensibin devir teslim töreni. Karanlıkta sahne, örtülü olan yin’indir. Karanlığın, gecenin, ay’ın su’yun, içe dönük olanın, sprilde merkeze kıvrılanın, bilinçdışının, rahmin, düşün, tohumun, yeniden doğum için ölüme hazır olmanın, kadın bedeninde kanamanındır sahne.
Mitlere kıvrakça bir geçiş yapmışken; biraz daha girelim o o çılgın ve büyülü evrene.
Tanrı Vişnu, kzomik okyanusta bir adı da Şeşa olan bir Yılan – Tanrıça Ananta’nın üzerine uzanır ve Evren’in düşünü görür. Sonsuzluk anlamına gelen Tanrıça Ananta’nın koynunda bir Tanrı, bizim gerçekliğimizi gördüğü düş ile yaratır. Sonsuzluğun içinde bir dişilin koynundaki erilin düşleriyiz =) İkiliğin birbiriyle dansından doğan yaratım, zihnin susmasıyla gelen kozmik sonsuzluğun meyvesi. Ekinoks’un mitlerle ifadesi.
Yeraltı ve ölümle ilişkilendirilen karakterler Hades ve Ereşgikhal. Bunlar yeraltının tanrısı ve tanrıçası. İnannanın fıtınalı aşkı, çekişmeli kocası Dumuzi, her sonbahar ekinoksunda yeraltına, Ereshgikal’in egemenliğine, Karanlık Anne’nin koynuna inmek zorundadır ve yeryüzündeki canlılık da onunla birlikte çekilir ölüme, yeraltına. Ve her bahar ekinoksunda yeniden yeryüzüne, yaşama ve aşkına kavuşur. Tabiatın uyanması, toprağın, ağaçların yeniden süslerini giyinmesi işte Dumuzi’nin yeraltında, ölüm diyarında beslediği spermlerinin, karısıyla sevişmek suretiyle yeryüzüne yayılmasından kaynaklıdır.
Demeter’in biricik ve narin kızı Persephone, sonbahar ekinoksunda yeraltına, zoraki kocası Hades’in koynuna çekilir. Ve onunla birlikte tüm canlıklık da tabii. Demeter sevgili kızını torağa verdiğinde yeryüzüne ölüm saçar ve Persephone yeraltında tohumlanıp baharda yeryüzüne çıktığında, toprak yeniden filizlenir, Demeter yeniden besleyen, doyuran yüzüyle Gaia’nın tüm çocuklarını bereketini yaymaya başlar. Hades Gök ilminde Plütodur. Plüto, yeraltı, bilindışı, gizli – saklı olanlarla ilişkilidir. Akrep’tir. Kasım’dır.
İnsan rehberlerimden olan Jung şöyle söylemiş ‘’ Mitler, ruhumuzdaki kendini tekrarlayan ebedi kalıplardır;’’
Ben bunları yazarken başımı kadırıp göğe baktığımda, ay tepemde son dördününde. Bize görünen tarafının, karanlığı ve aydınlığının birbirine eşit olduğu hali. Yavaş yavaş karanlığa bürünecek gün gün. Ay’ın, sonbahar Ekinoksunu kendi ifadesiyle anlatımı. Ay da kendi sonabarında, ışığını uğurlayıp karanlığına hazırlanıyor. Kara Annenin çekim kuvveti her yandan içine çekiyor bizi. Ereshgikal’in, Hekate’nin, Kali’nin… Vulvanın çekim kuvveti, mağaranın çekim kuvveti, spiralin merkeze çekim kuvveti, derine, izbeye… Alice’in harikalar diyarına düşüşü, sezgi kuyusuna çekilmek… Kadın bedeninde kanamadan hemen önceki dönem, sonbahar. Eylül ekime geçiyor… Ay tepemde küçülüyor, karanlığa dönüyor, bedenimde rahmim karanlığa dönüyor, parçası olduğum tabiat karanlığa dönüyor. İçsel gözüm uyanıyor, el değmemiş, atıl topraklarımda geziniyorum. Zamanın kabının içinde döngü her yanımda karanlığa dönüyor. Kasım ayı, Akrebin şifası. Yeraltının şifası, ölümün yıkımını şifası. Yeni olanın doğumu için ölümün soğuk gerçekliği. Sonra 21 Aralık en uzun gece, karanlık ay – gecelerimizin tamamen karanlıkta kaldığı o birkaç gün, bedenimin kanaması… İçsel gücümüzün zirvesi, yaratım tohumları için toprağın en verimli anı. Ardından yeni ay, ardından günlerin uzamaya başladığı o ilk gün. Ardından günün ve gecenin, ışığın ve karanlığın dansı.
Her görünenden işaret yağıyor, her rehber inmiş yeraltına, geçmiş karanlığın ortasına; ‘gel, gel’ diyor bize, korkma gel! Korktuğun her silüette kendini bulacaksın.
Ben bunları yazarken geçirdiğim günlerde, iç gözümün önüne yusyuvarlak gözleri, kahverengi postu, kalın pençeleriyle bir ayı belirdi. Günlerdir, bana rehberlik etti, önce gözlerini gözlerime dikti ve sonra arkasını dönüp inine girdi. Ayının, yazın beslenip, kışı geçirmek için sonbaharda dinlenmeye çekildiğini biliyordum yalnızca ve oldukça sığca. Bu yazı aracılığıyla hepimize bir mesajının olduğu iyice açık hale geldi ve ayının ruhuyla iyice yakınşlaşmak için güvendiğim bir kaynağa başvurdum. Mesajını, alıntıladığım kaynaktan hepimize iletiyiorum
‘’Ayı, su elementini dengeleyen hayvanlardan biridir. Deneyimler, derinleşme, içselleştirme, tefekkür, şifa ve sezgiler su elementinin ilgilendiği konulardır. Su elementi diğer elementlerden farklı olarak, manevi alanda çalışır. Bilgelik, bilmekten gelen güç, inziva ve içe dönü ile manalar konularını çalıştırıp destekler. Ayının gücü deneyimden ve bilgideki derinliğinden gelir. Ayının gücü, su elementinin içe dönebilme kabiliyetinden ileri gelir. Kendini bilen her şeyi bilir ‘’ Çetin Çetintaş, Hayvanlardan Destek Alma Sanatı
Velhasıl sevgili okuyucu, benim görebildiğim, anlamlandırabildiğim her dil, her sembol, her işaret bizi destekliyor, yüreklendiriyor. Yaşamın ritmiyle, onun akışına dahil olup akabilmek için gecenin karanlığına, dişilin tepesinden sular damlayan rutubetli mağarasına, toprağın derinine, yerin dibine, kainatın rahmine, bilinçdışına yol almaya başlayalım. Belki de, el ele, birlikten gelen güçle, kendi özümüze doğru bir yol, spiralin merkezine yolculuk, kendi özümüze diye başlayıp merkezde, köklerimizde birleşeğimizi belki de =)
Kapanışı, beni her defasında büyüleyen zekasını onurlandırmak için Jung’a bırakıyorum;
‘’ Bir insan aydınlığı hayal ederek değil, karanlığın bilincine vararak aydınlanır ‘’
Yazı tarihi: Eylül 2021
Sevgiler