Tanrıçalar Ve Tanrıça’nın Dönüşümü isimli kitap, Joseph Campbell‘in karşılaştırmalı mitoloji alanında yıllarca süren araştırmalarından ve diğer kitaplarından sonra, verdiği konferanslarındaki konuşmalarından adına kurulan vakıf tarafından derlenmiş bir eser.
Ben de bu kitabı okuduktan sonra ilerdeki potansiyel okuyucularına biraz da olsa ışık tutabilmek adına bir inceleme – yorum tarzı bir şeyler yazmaya çalıştım. Tabi ki bu inceleme sadece bana ait olmasın, çeşitliliği olsun diye de böyle bir başlık açmak istedim.
Kitap hakkındaki yorumumu altta ileti olarak bu başlığa girdim. Siz de kitabı okumuşsanız ve paylaşmak istediğiniz şeyler varsa, pekala siz de bu başlık altına ileti girebilirsiniz.
Kendi döneminde bulunan (henüz göbeklitepe toprağın altındayken) en eski tarihi kalıntılardan, heykelciklerden başlayıp İsa ve Meryem Ana da dahil, tarihi olayları takip ederek ilmek ilmek dokunmuş mitler.
Tanrıçayı merkeze alıp yapılan bu derleme, toplumsal yapının insanlığın gittiği yönün inançlarla nasıl ilintili olduğunu, birbirinin dönüşümünün nasıl bir sarmal gibi iç içe geçtiğinin tablosunu çiziyor. Çok derinlerde ise her bir insanın bireysel yolundaki dönümler ve dönüşümler.
Kitap incelemesi yazma ihtiyacı duymamın sebeplerinden ilki, mitolojinin önemini ve tam olarak ne işe yaradığını kavramamı sağlaması oldu en başta. Hep ilgimi çekerdi okurdum ama şimdi bambaşka bakmamı sağladı.
Yaşadığımız toprakların altındaki hazineyi kitapta okurken bir kere daha anladım. İçinde bulunduğumuz yönetim şekli, dini gelenekler ve yaşadığımız yüzyıl üstünü katman katman örtse de tanrıçalar topraktan çıkmayı ve kadının içinde yeniden doğmayı başarıyor.
Aslında benim bir süredir doğayı izleyerek öğrendiğim şeyleri ve çok daha fazlasını mitoloji ile birbirine aktarmış insanlık bin yıllar boyunca. İnsanın dış evrenine bakarak iç evrenini anlaması. Ortak bilinç veya bilinçdışının mitlerle ve sembolleriyle ifade edilmesi.
Mitler ve doğadaki semboller, kişinin kendi iç doğasını kendisinin keşfetmesini sağlıyor. Yani sembollerle konuşmak ve onlarla anlamak. Fakat zihinle değil de o içimizdeki tinsel güç ile.
Birazdan aktaracağım; ve yazarın, dünya tarihinin izini sürerek aktardıkları bilgilerin ışığında içimde uyanan anlamları ilk defa ben keşfetmedim. Benden önce yol alanların aktardığı bilgiler olduğundan dolayı, bazıları kulağıma çalınsa da algılayamamış, içselleştirememişim.
Her ‘ahh bir şey buldum’ dediğim anlardan bir süre sonra, zaten var olan öğretilerin bulduğum (!) şeyi anlattığını fakettim. Kavramların dıştan gelmesi değil içten doğmasını sağlıyor aslında semboller ve mitler. Sanki, mitolojiyi bir bilinç ileride unutursam hatırlayayım diye oluşturmuş da o bilinç de benim içimde hatırlamış gibi. Defalarca ‘’ben bunu biliyordum’’ hissine kapılmamın başka bir açıklaması olamaz.
Şimdi kitabın sayfalarındaki kendi yolculuğumdan bahsedeceğim size.
Bunların, kitabı okumayanların tadını kaçıracak ayrıntılar olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu kitabın özelinde, doğanın ve mitlerin sembollerinin aktarılışından herkes kendi kabı kadar ve kendi yolunun ihtiyacını alıyor sanırım.
Benim yaptığım kitap incelemesi size sadece birkaç soru işareti bırakabilir ki sanırım sorular bir yolun ışığı olabiliyorlar.
Kitabı okuyanlar için ise; maden işçileri gibi biribirimizin bulup çıkardığı sorularla beslenirsek belki, yolumuz aydınlanır, birliğimizden öz kuvvetimizi buluruz.
Kitapta neler var ? Kitabın konusu nedir ? Kitap ne anlatıyor ? Umarım bu sorulara biraz olsun cevap bulabilirsiniz:
Tanrıçalar ve Tanrıça’nın dönüşümü. Sanırım bu isim benim için böyle uyarlanmış. Çünkü benim okurken kendimde seyrettiğim iki dönüşüm söz konusu oldu. İlk dönüşümüm kitabı okurken süregeldi.
Tanrıçayı güneş ile bağdaştıran ilk dönem mitlerini okudukça içimde bir karşı çıkış oldu. Hatta öfkelendim. Çünkü ay ile öyle güçlü bir bağ hissettim ki hep, ondan başkası düşünülemez ve hissedilemezdi.Fakat sayfalar geçtikçe kendimi izledim.
Tanrıçayı ay ile bağdaştırma ve güneş ile ilişkisizliğim, kendi içimdeki ikilikten kaynaklanıyordu. Dünyadaki bu ikiliklerden daha aşkın bir şekilde birliğin ifadesi oldu bu benim için. Yani ben ay ile bağdaştırdığım Tanrıça’ya kendi içimde farkında olmadan bir de tanrı oluşturmuşum. Güneş. Aslında reddettiğim, içimde böyle konumlandırdığımın hiç farkına varmadığım bir durumdu bu.
Sayfalar daha da geçtikçe, eski araştırmalarım ve hislerim de birleşince tanrıçanın iki yüzünü armağan etti bana Compbell.
Yani ay ile örtüşen; gece, karanlık, yin, his, tinsel doğum, yeniden doğum, gizem, baykuş, yılan, içe dönüm, dinginlik, adet kanaması, sonbahar.
Ve güneş ile örtüşen; gün, ışık, yang, doğurganlık, akıl, hareket, besleyicilik, ölümsüzlük, dışa açıklık, aslan, kadının yumurtlama dönemi, ilkbahar.
Ve hatta dolunayda yumurtlamak veya yeni ayda yumurtlamak durumu da içimizdeki tanrıçanın yüzleri olabilir sanki. Her ikisini de örtüyor Tanrıça. Yaşadığımız toplum yapısından kaynaklı eril otorite ve tanrı algısından öyle iğrenmişim ki Tanrıça’ya konduramamış, onu sadece dişil algılamışım. Burada hemen aklıma yazarın bir çağrısı geliyor. “Yeni mitlerde kadın rolünü sizler şimdi yaratacaksınız.”
İkincisi ise, kitapta sıklıkla bahsedilen yeraltı ve kahramanların erginlenme yolculukları ile ilgili. Yeraltına, ölülerin diyarına gönderilen Tanrıçalar ve kocalarıyla birlikte ölüme gönderilen kadınlar ile ilgili.
Sati deniyormuş onlara. Kadınların ölen kocalarına yeraltında eşlik edip onların yeniden doğmalarını sağlamaları durumu bende (kendi ifademle) Ay Tanrıçasının bir yönünü uyandırıyor.
Yerin altı Şamanların üç dünya betimlemelerindeki alt dünya ile benzeşiyor. Ki bende de yeraltı her zaman bilinçaltını, insanın iç dünyasını çağrıştırıyor. Buradan da insanın gölge yanları konusuna gidiyor aklım.
Karanlık sadece karanlıktır. Orada hiçbirşey görülmez ve gölge yoktur. Ancak bir ışık sızarsa karanlığa işte o zaman bazı gölgeler görebiliriz. Yani gölge yanlarımızı görebilmemiz için bir ışığa ihtiyacımız var. Ay ışığı.
Tanrıçaların ve kadınların yeraltına vazifeli gitmelerinin de Ay ‘ın gölgelere ışık tutabilmesi ve gölgelerini görenlerin yeniden doğabilmesi olduğunu hissettim. Tinsel bir yeniden doğum. Ve işte uyanma ya da aydınlanma denen kavramlar.
Bu çıkarımı kitabın ortalarında yapıp sonlarına doğru zaten yazarın bundan bahsettiğini gördüm. Yani yine benim bireysel keşfim olsa da insanlar bunu bin yıllardır biliyorlarmış. Burada da aklıma gelen bir şey var.
İçimizde var olan bütün elementlerin, bütün hücrelerin dışımızda da varolduğu ve hep birlikte bir bütünü oluşturduğumuz.
İşte o bütünün de kendi bilincinin olduğu. O herşeyi kapsayan bilincin doğal olarak bizim bireysel bilinçlerimizde de varolduğu ve bu sembollerle bazı bilgileri yeniden hatırladığımız.
Ortak bilinci de ben keşfetmedim tabii =)
Tüm bunları özümserken farkettim ki ben yeraltındaymışım ve kendimi doğurmaya çalışmakmış bir süredir yaşadığım yoğun haller.
Kahramanların erginlenme yollarını okurken, hayatın da beni bir iki defa erginlediğini gözlemledim. 4 yıl önce bütün hayatımın bir anda değişmesi ile bir şok ve ardından iki yıl önce bir kırbaçlanma ile aslanın ağzında bulmuşum kendimi.
Şok etme, kırbaçlanma, aslanın ağzına girme, ardındaki evrenin şarkısı…
Bu kavramların hepsini Odyseia, Dyonsos , Practica Musica bölümlerinde görebilir ve dikkatle incelerseniz, kendi yolunuzu bunlar sayesinde okuyabilirsiniz.Ve hatta şirinleri bile görebilirsiniz =)
2 yıl önce yaşadığım bir can ölümü tam bir kırbaçlanmaydı ve o şok edici acı anında zihin kendiliğinden susunca farketmeden girmişim aslanın ağzına. Sanırım orada bir gözüm daha açıldı hayata ve görmeye başladım.
Her şey susunca geriye sadece doğa anne ve onun büyülü şarkısı kaldı. İşte bu iki erginlenmeyle yeraltına, toprak ananın rahmine, mağarama çekildim. Orada tam 2 yıldır yaşıyorum. Kimse yok.
Ben, gölgelerim ve içimdeki diğer benler. Toprak ana besledi beni burada. Doğayı izleyerek anlamamı, hazmetmemi sağladı bedenin soluksuz kalmasını. Ölümü. Ve o muhteşem döngüyü.
Doğurduğum cana sunmam için kendiliğinden oluşan besleme, büyütme, sevme yetilerini böylelikle kendimde ve toprakta kullanmayı öğrendim. Sebzeleri,bitkileri, çiçekleri, ağaçları sulayıp budayıp, toprakları ile ilgilenirken, aynı şeyleri kendime de yaptım.
Burada, az önce bahsettiğim şeyi de anladım. Yeraltına giden ölülerin yeniden doğması için bir dişilin eşlik etmesi gerektiği. Çünkü burada yapma haliyle, hareket halinde olunmuyor.
Burada durup izlemek seyir etmek gerekiyor. Gölgelerle mücadele iyice derinlere götürüyor. Onları ayın ışığı sayesinde farkedip hep birlikte oturmak gerekiyor. Erginlemeyi kitapta anlatıldığı gibi rahiplerin ayinlerde yapmasına gerek yokmuş aslında.
Biz farketmesek de hayat defalarca kere erginliyormuş bizleri. Ben kendi yolumda Ay Tanrıçası ile tanıştım, kaynaştım. Sanırım bu sayede köklerim güçlendi toprağın altında ve bana otur otur sıkıldığımı hissettirdi.
Artık toprağı çatlatma vakti. Yeni çıktığım yolu bilmiyorum şimdilik karanlık. Mitlerin söylediğine göre burada da güneş bana rehberlik edecek. İlişkisizliğim yüzünden Tanrıça’ya konduramadığım güneş. İçimde duyamadığım erilin sesi.
Artık hareket, beslendiğimle beslemek, yapmak, içimde büyüttüğüm kendimi dışımda da büyütme vakti. Mağaramda karşılaştığım gölgelerimle ne durumdayım? Bunu insan ilişkilerinde görme vakti.
İşte kahramanların yolunu okurken ki kendi yolumda gördüklerim de bunlar. Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim diye anlatıyor gibi oldum ama göz alabildiğine giden önümdeki yola baktığımda bir arpa boyu yol gitmişim.
Ayrıca kitapta bahsedilen o üç kahramanın erginlenme yolculuğunu okurken bir harita var onu çıkarmalıyım diye düşündüm. Fakat 4 gündür aralıksız okuyup yazdığım için gücüm kalmamıştı. Kitabın sonunda gördüm ki yazar bunun bir şablonu olduğunu söyleyip bunun için bir kitap yazmış ve türkçe çevirisi var.
Kitapta bahsedilen bir nokta yine beni çok heyecanlandırdı. Mitlerdeki kadınların dans ederek hayvanları ve insanları yeniden diriltmesi, çığlık atmasıyla büyülerin bozulması, Athena’nın şarkı söylerek insanları uyutması. Dans ederken kendinden geçen ve vahşileşen kadınların esrimesi.
Bu mitlerin gerçeğe yansımasında ise, av için yapılan ritüellerde kadınların şarkı söylerek hayvanların ruhlarına: gelin, bize yemek olun, sonra yeniden dirileceksiniz’’ demesi.
Kadının dans ederek ve şarkı söylerek yeniden doğum, galiba tinsel yeniden doğumu gerçekleştirmesi müthiş. Bunların kendimi bırakıp özgürce, bazen vahşice, bazen bedenimle aşk yaşayarak dans ettiğim anların büyüsüyle bir ilgisi olmalı. Veya elimi rahmime götürüp oralarda gezinirken boğazımı serbest bıraktığımda her seferinde kendimin de şaşırdığı seslerle.
Galiba şarkı ve dans da tanrısal ifşaya dahil. Bir de yazarın bahsettiği evrenin şarkısı var. Burada da aklıma ritim ile birlikte o boşluk ve kendinden geçme hali geliyor. Zikirde olduğu gibi. Aceba bu şamanların da davullarıyla yaptığı şeyin, ritmin, evrenin şarkısı ile bir ilgisi var mı ?
Bir de Joseph Campbell’in mitlerin bazı yerlerinde atıfta bulunduğu yasak elma mevzusu bu aralar üzerinde çok düşündüğüm bir hikaye. O hikayede elma ağacını bilgi ağacı olarak anlatırlar.
İyi ve kötüyü bilme dürtüsü vs. Adem ile Havva elmayı yeyince kovulur cennetten. Kitapta Kibele’nin odasının girişindeki iki leoparın kabartmalarını görüyoruz.
Kibele’nin odasına girmek için geçilmesi gereken iki yırtıcı leopardan bahsediyor ve elma ağacına atıfta bulunuyor burada. İki leopar’ın ikilik sembolü olduğundan.
Yani Ademlerin ona erişince cennette duramadığı, ve dünyada o ikiliği aşmadan Kibeleye varılamayan. Dünya’nın dualitesi.
Biraz önce bahsettiğim o aslında bir araya gelmeyi bekleyen zıt olgular belki de. İlk bakışta kurtulunması gereken yargı veya zihin gibi duruyor, ki tam bu sırada ters giden bir şeyin olduğunu seziyorum.
Çünkü Lilith geliyor aklıma. Bunları kitabın ortalarında düşünürken, sonunda bir şey hissettim. Kutsal kitap öğretilerinde anlatılan bir yasak ağaç bir de bengi hayat ağacı var. Adem’e yasak ağaçtaki meyveyi Havva ikram ediyor. Adem’in kaburga kemiğinden çıkan Havva.
Havva ise bir yılanın yönlendirmesiyle ağaçtan meyve yeme cesaretini buluyor. Bu yılanın Lilith olduğunu söyleyen kaynaklar var. Adem ile aynı topraktan yaratılan, Adem’e eşit olan fakat sevişirken Adem’in sürekli onun altta olmasını istediği Lililth. Buna karşı çıkan fakat tanrıdan da bu konuda yüz bulamayan Lililth.
Daha fazla etrafı çitlerle çevrili bu Aden (cennet) yapaylığında kalamayan ve kanatlarıyla özgürlüğe uçan Lilith. Cennetten kaçan Lilith.
Kızkardeşine çok önemli bir şey tattırmak istemiş olmalı ki kaçtığı yere tekrar dönüyor bir yılan olarak. Ağaç – kadın- yılan sembolleri beni hep içine çeken metoforlar. Kutsal yaşam ağacı, bengi hayat ağacı, Budha’nın aydınlanma ağacı, yasak elma ağacı. Sanırım hepsi aynı bilginin farklı yüzleri.
Cennette, bana göre o yavan bahçede yaşayıp giden Havva’ya neyi göstermek istiyor olabilir Lilith bunca tehlikeyi göze alıp. O ağaç iyi ile kötüyü birbirinden ayırma, bilgi ağacı. O elma ise Adem ile Havva onu yeyince ekmek elden su gölden devrinin bittiği, cennetten kovuldukları elma.
Dünyaya indirilip öğrendikleri ikilikler bilgisini aşmadan Kibele’ye varamayacakları. Dualite.
Akılmdaki soru şuydu. Lilith’in Havva’ya sunduğu şey kötü bir şey olamaz, kadın kadının kurdudur u bu hikayede unutalım.
Peki neden şimdi elmayı nötrlemeye çalışıyoruz ? Sanırım kutsal kitabın bahsettiği Aden, bizim bütün potansiyelimizi açıp, özgürce kendimizi, doğamızı deneyimleyeceğimiz gerçek bir cennet olmaması bu düğümü çözüyor.
Lilith Havva’yı, Aden’den kaçıp deneyimlediği ve kendi benliğini bulduğu çok uzun olan o yola çıkarmak istedi belki de. Aden’den çıkıp gerçek doğasını deneyimleyeceği, içinde varolan Tanrıça’yı keşfedip asıl cenneti kendi içinde bulacağı sonsuz bir yolculuk.
Keza Lord Budha da Bo (aydınlanma) ağacının altında, kendi içinde çıktığı yolculukta o yasaklanmış ışığa erişiyor. O da aynı ağacın altında bir yanılsamadan uyanıyor.
Kibeleye varmak, güneş ile ayı hiç bilmemek değil. İkisini de deneyimleyip, belki sonsuz zaman sonunda ikisini birleyebilmek. Kibele o orta noktada mı ? Hareket ile dinginliğin bir arada olduğu o eksende.
Bengi Hayat ağacı da orada olabilir mi? Ve biz o büyülü yere bazı anlar değebilsek de, diğer sonsuz zamanda bengi hayat ağacına varma yolcuğuna çıkabilmek için en başta Aden’den çıkmamız ( ki bu belki de öğretilmiş geleneksel cenneti bekleyişimiz anlamına geliyor olabilir ) ve dünyayı deneyimlememiz gerekiyordu belki de.
Lilith, Havva nezlinde hepimize bunun anahtarını veriyor olabilir. Kimbilir belki de doğru ile yanlış arasında bir bahçe vardır ve orada buluşacağızdır. Ne muzip bir buluşma oldu. Mevlana ve Lilith.
Kitapta bir yerde, Marduk ve Tiamat’ın karşı karşıya gelişi anlatılıyor. Tanrıçaya karşı eril tanrı. Marduk Tiamat’ı öldürüyor ve eril egemenliği başlıyor fakat en güzel ayrıntı, Tiamatın bedeni ile doğayı, yer ile göğü yaratıyor.
Tanrıça bizi kendi içinde besliyor. Onun güzel evren bedeni canlı ve biz onun içindeyiz, o bizim içimizde. Ayrılık yok. Tanrı ise bizi yaratıyor. Kendinden ayrı bırakıyor. Özümüzdeki ilahi olandan ayrıyız. Ona ulaşmamız varmamız gerekiyor.
Campbell, Bunu anlayabilmemiz için bize bir soru soruyor: Bir hayvanla ilişkin bir sen ilişkisi mi yoksa o ilişkisi mi ? Eğer sizi bir tanrı yaratmışsa o ilişkisi gözlemlersiniz. Fakat Tanrıçanın bedeninde iseniz her şey canlıdır ve her şey ‘’sen’’ dir.
İnandığımız gücün etkisinde bütün bir hayatımız şekilleniyor sanırım. Burada aklıma gelen şey; insanın içindeki o tam olarak tarifi olmayan yalnızlık, kopmuşluk, özlem, yuvadan ayrı olduğu hisleri bu ayrılık yanılsamasından kaynaklanıyor olabilir mi ? Koyulan kurallara uymazsa, sevilmemekle, canını yakmakla tehdit edilen, erkek tanırının onu göremeyen küçük çocukları sanki tüm insanlık.
Aceba böyle bir kültürde yaşayan ebeveynler de çocuklarını kendilerinin yarattığı hissiyle, tanrıyı kendilerine rol model mi alıyor. Ve sonrasında sevilmeyi ve dolayısıyla kendini sevmeyi bilmeyen, sevilmeme korkusuyla yaşayan yetişkin çocuklar oluyoruz her iki ebeveynle de.
Ve belki ölüm korkusu da; bir hata yapıp bir kural çiğneyip anne babamızın kızacağını, ceza vereceğini bildiğimiz için eve gitmek istemeyişimizle eştir.
Tanrıça ise zaten her zaman yanımızda olan ve deneyimlerimizde sadece varlığını hissettirip her koşulda bize sarılan, bizi kapsayan anne-baba. Biz, kuralsız Tanrıça’nın; kendimizi, düşe kalka kendimiz bulmamız için kendi bedeninde bir cennet yarattığı, özgür çocuklarıyız belki de.
Tüm bunlarla birlikte Joseph Campbell’in ve aslında yıkılmaya yüz tutmuş sistemin bize fısıldadığı bir şey var. Geleceğin tohumlarını siz ekmelisiniz.
Tarih boyunca Tanrıça önce kapsayıcıymış eril ve dişili ve bütün ikiliklerin hiçbirini yok saymayarak bütünlüyormuş. Sonra bir ikilik olmuş ve tanrılar doğmuş.
Ardından ise teoloji ile birlikte sadece eril kalmış. Bunları kitabı okuyan hepimiz idrak ettik. Yazar kitapta bir yerde tarihin, olayların eril olduğundan bahsediyor. Yapmak hali, hareket.
Dişi ise tarihi inceleyerek eskiyi yeniye dönüştürmek rolünde. Dünya dişil tarafından dönüştürülecek.
Doğada; eril olan mahsül, tohumunu toprağa yani dişile vererek ölüyor. Sanırım şimdi geçmişi geleceğe dönüştüren, eski mahsülün tohumunu içinde dönüştürüp yeni mahsüle çeviren topraktan öğrenme ve uygulama vakti.
Yani gün bizim günümüz. Ve bunu şimdiki haliyle yapamayacağımızı da bize yine yeraltına girenlere eşlik eden dişi gösteriyor. Yani erkekle, eril düzenle mücadele ederek, rekabet ederek, ona yetişebilmek için erkekleşerek yapamadık bunu.
Aksine, kendi sihrimizi kaybettik. Sanırım yapmak eylemi iyice derinlere gömecek bu yeni oluşumu. Hareket ile değil de dinginlik ile seyir ile, kendiliğindenlikle. Yani kendimizi, gerçek doğamızı hatırlayarak. Rehberimizi dişilik almamız ile.
Öğrenmek için toprağı ve kendi rahmimimizi seyrebiliriz. Bin yılların içinde kadının değişen beden yapısı aklımı kurcalıyor. İlk heykellerde ve oymalarda kadın figürü geniş kalcalı büyük memeli tasvir edilmiş. Ve makbul sayılırmış.
Zamanla ataerkil toplum yapısı iyice baskın hale gelince, sanki kadın bu aşağıda kalmışlıktan kurtulabilmek için daha zayıf ve hatsız yani erkek vücuduna benzer hale özenmiş zira şu an bedenlerimizde bir hatsızlık var gibi.
Sanki bedenlerimiz, zihinlerimizle birlikte erkekleşme ihtiyacı duydu ve bir küçük evrim geçirdik =) Şimdilerde ise yeni bir kadın bedeni algısı olarak ”eski” büyük memeli ve geniş kalçalı vücutlar beğenilmeye ve makbul görülmeye başlandı. Böyle bir çıkarım yapıyor beynim.
Demek ki artık kalçalarımızla ve memelerimizle kucaklaşma vakti. Boyutları ne olursa olsun orada bedenimizde olduklarını bilmek, somut olandan soyut olana taşıyabilir belki bizi. Sonrasında ise biz dişilliğimizi sağlığa kavuşturunca ve erille birlikte dönüşünce bir birleşim hali.
Gündoğumu, gün batımı, ekinokslar, cinsel birleşme ve orgazm iki zıttın aynı anda varolması, kavuşması olduğu için ve dünya ikiliğinin bir anlığına bir olduğu için mi bizi o zamanlar böylesine etkiliyor ? Eğer öyleyse biraz da o anları seyrederiz. Rahman ve rahim olanı. İkiden bir olanı.
Hep bir hayalim var. büyük dev binalar değil de her birinin kendine ait bahçeleri olan sanat ile aşk ile yapılmış evler. Çocukların neyi merak ettiklerini bulmalarını sağlayan bir sistem ile kendi kendilerini eğittikleri bir büyüme süreci.
Yöneldikleri alanda küçücük bir üniversitede birkaç hoca ile değil de evrensel bir akışla uzmanlaşacakları şeyin içine girdiklerinde bir evrenle karşılacakları bir sistem. Kendimizi beslemeyi öğrendiğimiz, kendimizi beslemeyi öğrendikçe tüketimden uzaklaşacağımız, tüketimden uzaklaştıkça şimdi varolan ve bizi sadece daha kıskanç, daha doyumsuz, daha yetersiz hissettiren bir çok sektörün kendiliğinden yok olacağı bir dünya.
Senin bu dünya için hayalin ne? Duymak o kadar isterim ki. Ben bir şey sezinliyorum. Sanırım eski mahsülü nasıl dönüştüreceğimiz de o unuttuğumuz bilgilerin içinde. Eğer biz bir platforda bir araya gelip Tanrıçanın izin sürüyorsak, bir yerlede çoluk çocuk ıssız dağlarda bir grup kadın torak anneyle esriyorsa ( Athenalar yürüyor ), tanrıçalar dıştan eğil içten uyanıyor demektir.
Tiamat, Maat, Kibele, Demeter, İştar, İsis, Athena, Artemis, Afrodit, Hera, Lilith, Medusa, Persephone… Bir de ata mitolojimizin Umay’ı. Her biri, başka bedende ihityaca göre uyanıyor belki de. Belirleyeceğimiz yeni mitsel roller, modellerde bu uyanışın bir sonucu olmalı.
Fakat eski şarap tulumları ile değil de sanki yepyeni bir şarap tulumu tasarımı ile. Madem bir çok boyut var ve bizim gözlerimiz onlara kapatılmış veya sisitem içinde körleşmişiz, biz de koklayarak yemeğimizi, unuttuğumuz o bilgiyi bulmayı kedilerden öğreniriz belki de. Doğa bize herşeyi kendi diliyle fısıldıyor.
Bu bir kitap incelemesinden ziyade, hayatımın incelemesi oldu benim için. Okurken ve yazarken. Benim ilk okuyuşumda kabıma bunlar doldu, başka bir okuyuşumda kabımın ihtiyacına göre değişeceklerini düşünüyorum.
Bir tomar kağıt parçasındaki hazineler. Bunca uzun bir yazıyı okuyup buraya kadar geldiysen senin kabındakileri de çok merak ettiğimi bil. ‘’Kadınlar bir arada olmadıkları sürece, özgürlük kandırmacadan öteye gitmez’’ demiş canım kadın Simone de Beauvoir.