Bir ekleme yapayım. Temanızda custom.js dosyası yoksa yukarıda verilen kodu direkt temanızın main.js dosyasına ekleyebilirsiniz. Eğer temanızda performans için main.js yerine min.js dosyası kullanılıyorsa bu kodu buradan sıkıştırıp min.js dosyasına ekleyebilirsiniz.
Bir ekleme yapayım. Temanızda custom.js dosyası yoksa yukarıda verilen kodu direkt temanızın main.js dosyasına ekleyebilirsiniz. Eğer temanızda performans için main.js yerine min.js dosyası kullanılıyorsa bu kodu buradan sıkıştırıp min.js dosyasına ekleyebilirsiniz.
Kendi döneminde bulunan (henüz göbeklitepe toprağın altındayken) en eski tarihi kalıntılardan, heykelciklerden başlayıp İsa ve Meryem Ana da dahil, tarihi olayları takip ederek ilmek ilmek dokunmuş mitler. Tanrıçayı merkeze alıp yapılan bu derleme, toplumsal yapının insanlığın gittiği yönün inançlarDevamını oku
Kendi döneminde bulunan (henüz göbeklitepe toprağın altındayken) en eski tarihi kalıntılardan, heykelciklerden başlayıp İsa ve Meryem Ana da dahil, tarihi olayları takip ederek ilmek ilmek dokunmuş mitler.
Tanrıçayı merkeze alıp yapılan bu derleme, toplumsal yapının insanlığın gittiği yönün inançlarla nasıl ilintili olduğunu, birbirinin dönüşümünün nasıl bir sarmal gibi iç içe geçtiğinin tablosunu çiziyor. Çok derinlerde ise her bir insanın bireysel yolundaki dönümler ve dönüşümler.
Kitap incelemesi yazma ihtiyacı duymamın sebeplerinden ilki, mitolojinin önemini ve tam olarak ne işe yaradığını kavramamı sağlaması oldu en başta. Hep ilgimi çekerdi okurdum ama şimdi bambaşka bakmamı sağladı.
Yaşadığımız toprakların altındaki hazineyi kitapta okurken bir kere daha anladım. İçinde bulunduğumuz yönetim şekli, dini gelenekler ve yaşadığımız yüzyıl üstünü katman katman örtse de tanrıçalar topraktan çıkmayı ve kadının içinde yeniden doğmayı başarıyor.
Aslında benim bir süredir doğayı izleyerek öğrendiğim şeyleri ve çok daha fazlasını mitoloji ile birbirine aktarmış insanlık bin yıllar boyunca. İnsanın dış evrenine bakarak iç evrenini anlaması. Ortak bilinç veya bilinçdışının mitlerle ve sembolleriyle ifade edilmesi.
Mitler ve doğadaki semboller, kişinin kendi iç doğasını kendisinin keşfetmesini sağlıyor. Yani sembollerle konuşmak ve onlarla anlamak. Fakat zihinle değil de o içimizdeki tinsel güç ile.
Birazdan aktaracağım; ve yazarın, dünya tarihinin izini sürerek aktardıkları bilgilerin ışığında içimde uyanan anlamları ilk defa ben keşfetmedim. Benden önce yol alanların aktardığı bilgiler olduğundan dolayı, bazıları kulağıma çalınsa da algılayamamış, içselleştirememişim.
Her ‘ahh bir şey buldum’ dediğim anlardan bir süre sonra, zaten var olan öğretilerin bulduğum (!) şeyi anlattığını fakettim. Kavramların dıştan gelmesi değil içten doğmasını sağlıyor aslında semboller ve mitler. Sanki, mitolojiyi bir bilinç ileride unutursam hatırlayayım diye oluşturmuş da o bilinç de benim içimde hatırlamış gibi. Defalarca ‘’ben bunu biliyordum’’ hissine kapılmamın başka bir açıklaması olamaz.
Şimdi kitabın sayfalarındaki kendi yolculuğumdan bahsedeceğim size.
Bunların, kitabı okumayanların tadını kaçıracak ayrıntılar olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu kitabın özelinde, doğanın ve mitlerin sembollerinin aktarılışından herkes kendi kabı kadar ve kendi yolunun ihtiyacını alıyor sanırım.
Benim yaptığım kitap incelemesi size sadece birkaç soru işareti bırakabilir ki sanırım sorular bir yolun ışığı olabiliyorlar.
Kitabı okuyanlar için ise; maden işçileri gibi biribirimizin bulup çıkardığı sorularla beslenirsek belki, yolumuz aydınlanır, birliğimizden öz kuvvetimizi buluruz.
Kitapta neler var ? Kitabın konusu nedir ? Kitap ne anlatıyor ? Umarım bu sorulara biraz olsun cevap bulabilirsiniz:
Tanrıçalar ve Tanrıça’nın dönüşümü. Sanırım bu isim benim için böyle uyarlanmış. Çünkü benim okurken kendimde seyrettiğim iki dönüşüm söz konusu oldu. İlk dönüşümüm kitabı okurken süregeldi.
Tanrıçayı güneş ile bağdaştıran ilk dönem mitlerini okudukça içimde bir karşı çıkış oldu. Hatta öfkelendim. Çünkü ay ile öyle güçlü bir bağ hissettim ki hep, ondan başkası düşünülemez ve hissedilemezdi.Fakat sayfalar geçtikçe kendimi izledim.
Tanrıçayı ay ile bağdaştırma ve güneş ile ilişkisizliğim, kendi içimdeki ikilikten kaynaklanıyordu. Dünyadaki bu ikiliklerden daha aşkın bir şekilde birliğin ifadesi oldu bu benim için. Yani ben ay ile bağdaştırdığım Tanrıça’ya kendi içimde farkında olmadan bir de tanrı oluşturmuşum. Güneş. Aslında reddettiğim, içimde böyle konumlandırdığımın hiç farkına varmadığım bir durumdu bu.
Sayfalar daha da geçtikçe, eski araştırmalarım ve hislerim de birleşince tanrıçanın iki yüzünü armağan etti bana Compbell.
Yani ay ile örtüşen; gece, karanlık, yin, his, tinsel doğum, yeniden doğum, gizem, baykuş, yılan, içe dönüm, dinginlik, adet kanaması, sonbahar.
Ve güneş ile örtüşen; gün, ışık, yang, doğurganlık, akıl, hareket, besleyicilik, ölümsüzlük, dışa açıklık, aslan, kadının yumurtlama dönemi, ilkbahar.
Ve hatta dolunayda yumurtlamak veya yeni ayda yumurtlamak durumu da içimizdeki tanrıçanın yüzleri olabilir sanki. Her ikisini de örtüyor Tanrıça. Yaşadığımız toplum yapısından kaynaklı eril otorite ve tanrı algısından öyle iğrenmişim ki Tanrıça’ya konduramamış, onu sadece dişil algılamışım. Burada hemen aklıma yazarın bir çağrısı geliyor. “Yeni mitlerde kadın rolünü sizler şimdi yaratacaksınız.”
İkincisi ise, kitapta sıklıkla bahsedilen yeraltı ve kahramanların erginlenme yolculukları ile ilgili. Yeraltına, ölülerin diyarına gönderilen Tanrıçalar ve kocalarıyla birlikte ölüme gönderilen kadınlar ile ilgili.
Sati deniyormuş onlara. Kadınların ölen kocalarına yeraltında eşlik edip onların yeniden doğmalarını sağlamaları durumu bende (kendi ifademle) Ay Tanrıçasının bir yönünü uyandırıyor.
Yerin altı Şamanların üç dünya betimlemelerindeki alt dünya ile benzeşiyor. Ki bende de yeraltı her zaman bilinçaltını, insanın iç dünyasını çağrıştırıyor. Buradan da insanın gölge yanları konusuna gidiyor aklım.
Karanlık sadece karanlıktır. Orada hiçbirşey görülmez ve gölge yoktur. Ancak bir ışık sızarsa karanlığa işte o zaman bazı gölgeler görebiliriz. Yani gölge yanlarımızı görebilmemiz için bir ışığa ihtiyacımız var. Ay ışığı.
Tanrıçaların ve kadınların yeraltına vazifeli gitmelerinin de Ay ‘ın gölgelere ışık tutabilmesi ve gölgelerini görenlerin yeniden doğabilmesi olduğunu hissettim. Tinsel bir yeniden doğum. Ve işte uyanma ya da aydınlanma denen kavramlar.
Bu çıkarımı kitabın ortalarında yapıp sonlarına doğru zaten yazarın bundan bahsettiğini gördüm. Yani yine benim bireysel keşfim olsa da insanlar bunu bin yıllardır biliyorlarmış. Burada da aklıma gelen bir şey var.
İçimizde var olan bütün elementlerin, bütün hücrelerin dışımızda da varolduğu ve hep birlikte bir bütünü oluşturduğumuz.
İşte o bütünün de kendi bilincinin olduğu. O herşeyi kapsayan bilincin doğal olarak bizim bireysel bilinçlerimizde de varolduğu ve bu sembollerle bazı bilgileri yeniden hatırladığımız.
Ortak bilinci de ben keşfetmedim tabii =)
Tüm bunları özümserken farkettim ki ben yeraltındaymışım ve kendimi doğurmaya çalışmakmış bir süredir yaşadığım yoğun haller.
Kahramanların erginlenme yollarını okurken, hayatın da beni bir iki defa erginlediğini gözlemledim. 4 yıl önce bütün hayatımın bir anda değişmesi ile bir şok ve ardından iki yıl önce bir kırbaçlanma ile aslanın ağzında bulmuşum kendimi.
Şok etme, kırbaçlanma, aslanın ağzına girme, ardındaki evrenin şarkısı…
Bu kavramların hepsini Odyseia, Dyonsos , Practica Musica bölümlerinde görebilir ve dikkatle incelerseniz, kendi yolunuzu bunlar sayesinde okuyabilirsiniz.Ve hatta şirinleri bile görebilirsiniz =)
2 yıl önce yaşadığım bir can ölümü tam bir kırbaçlanmaydı ve o şok edici acı anında zihin kendiliğinden susunca farketmeden girmişim aslanın ağzına. Sanırım orada bir gözüm daha açıldı hayata ve görmeye başladım.
Her şey susunca geriye sadece doğa anne ve onun büyülü şarkısı kaldı. İşte bu iki erginlenmeyle yeraltına, toprak ananın rahmine, mağarama çekildim. Orada tam 2 yıldır yaşıyorum. Kimse yok.
Ben, gölgelerim ve içimdeki diğer benler. Toprak ana besledi beni burada. Doğayı izleyerek anlamamı, hazmetmemi sağladı bedenin soluksuz kalmasını. Ölümü. Ve o muhteşem döngüyü.
Doğurduğum cana sunmam için kendiliğinden oluşan besleme, büyütme, sevme yetilerini böylelikle kendimde ve toprakta kullanmayı öğrendim. Sebzeleri,bitkileri, çiçekleri, ağaçları sulayıp budayıp, toprakları ile ilgilenirken, aynı şeyleri kendime de yaptım.
Burada, az önce bahsettiğim şeyi de anladım. Yeraltına giden ölülerin yeniden doğması için bir dişilin eşlik etmesi gerektiği. Çünkü burada yapma haliyle, hareket halinde olunmuyor.
Burada durup izlemek seyir etmek gerekiyor. Gölgelerle mücadele iyice derinlere götürüyor. Onları ayın ışığı sayesinde farkedip hep birlikte oturmak gerekiyor. Erginlemeyi kitapta anlatıldığı gibi rahiplerin ayinlerde yapmasına gerek yokmuş aslında.
Biz farketmesek de hayat defalarca kere erginliyormuş bizleri. Ben kendi yolumda Ay Tanrıçası ile tanıştım, kaynaştım. Sanırım bu sayede köklerim güçlendi toprağın altında ve bana otur otur sıkıldığımı hissettirdi.
Artık toprağı çatlatma vakti. Yeni çıktığım yolu bilmiyorum şimdilik karanlık. Mitlerin söylediğine göre burada da güneş bana rehberlik edecek. İlişkisizliğim yüzünden Tanrıça’ya konduramadığım güneş. İçimde duyamadığım erilin sesi.
Artık hareket, beslendiğimle beslemek, yapmak, içimde büyüttüğüm kendimi dışımda da büyütme vakti. Mağaramda karşılaştığım gölgelerimle ne durumdayım? Bunu insan ilişkilerinde görme vakti.
İşte kahramanların yolunu okurken ki kendi yolumda gördüklerim de bunlar. Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim diye anlatıyor gibi oldum ama göz alabildiğine giden önümdeki yola baktığımda bir arpa boyu yol gitmişim.
Ayrıca kitapta bahsedilen o üç kahramanın erginlenme yolculuğunu okurken bir harita var onu çıkarmalıyım diye düşündüm. Fakat 4 gündür aralıksız okuyup yazdığım için gücüm kalmamıştı. Kitabın sonunda gördüm ki yazar bunun bir şablonu olduğunu söyleyip bunun için bir kitap yazmış ve türkçe çevirisi var.
Kitapta bahsedilen bir nokta yine beni çok heyecanlandırdı. Mitlerdeki kadınların dans ederek hayvanları ve insanları yeniden diriltmesi, çığlık atmasıyla büyülerin bozulması, Athena’nın şarkı söylerek insanları uyutması. Dans ederken kendinden geçen ve vahşileşen kadınların esrimesi.
Bu mitlerin gerçeğe yansımasında ise, av için yapılan ritüellerde kadınların şarkı söylerek hayvanların ruhlarına: gelin, bize yemek olun, sonra yeniden dirileceksiniz’’ demesi.
Kadının dans ederek ve şarkı söylerek yeniden doğum, galiba tinsel yeniden doğumu gerçekleştirmesi müthiş. Bunların kendimi bırakıp özgürce, bazen vahşice, bazen bedenimle aşk yaşayarak dans ettiğim anların büyüsüyle bir ilgisi olmalı. Veya elimi rahmime götürüp oralarda gezinirken boğazımı serbest bıraktığımda her seferinde kendimin de şaşırdığı seslerle.
Galiba şarkı ve dans da tanrısal ifşaya dahil. Bir de yazarın bahsettiği evrenin şarkısı var. Burada da aklıma ritim ile birlikte o boşluk ve kendinden geçme hali geliyor. Zikirde olduğu gibi. Aceba bu şamanların da davullarıyla yaptığı şeyin, ritmin, evrenin şarkısı ile bir ilgisi var mı ?
Bir de Joseph Campbell’in mitlerin bazı yerlerinde atıfta bulunduğu yasak elma mevzusu bu aralar üzerinde çok düşündüğüm bir hikaye. O hikayede elma ağacını bilgi ağacı olarak anlatırlar.
İyi ve kötüyü bilme dürtüsü vs. Adem ile Havva elmayı yeyince kovulur cennetten. Kitapta Kibele’nin odasının girişindeki iki leoparın kabartmalarını görüyoruz.
Kibele’nin odasına girmek için geçilmesi gereken iki yırtıcı leopardan bahsediyor ve elma ağacına atıfta bulunuyor burada. İki leopar’ın ikilik sembolü olduğundan.
Yani Ademlerin ona erişince cennette duramadığı, ve dünyada o ikiliği aşmadan Kibeleye varılamayan. Dünya’nın dualitesi.
Biraz önce bahsettiğim o aslında bir araya gelmeyi bekleyen zıt olgular belki de. İlk bakışta kurtulunması gereken yargı veya zihin gibi duruyor, ki tam bu sırada ters giden bir şeyin olduğunu seziyorum.
Çünkü Lilith geliyor aklıma. Bunları kitabın ortalarında düşünürken, sonunda bir şey hissettim. Kutsal kitap öğretilerinde anlatılan bir yasak ağaç bir de bengi hayat ağacı var. Adem’e yasak ağaçtaki meyveyi Havva ikram ediyor. Adem’in kaburga kemiğinden çıkan Havva.
Havva ise bir yılanın yönlendirmesiyle ağaçtan meyve yeme cesaretini buluyor. Bu yılanın Lilith olduğunu söyleyen kaynaklar var. Adem ile aynı topraktan yaratılan, Adem’e eşit olan fakat sevişirken Adem’in sürekli onun altta olmasını istediği Lililth. Buna karşı çıkan fakat tanrıdan da bu konuda yüz bulamayan Lililth.
Daha fazla etrafı çitlerle çevrili bu Aden (cennet) yapaylığında kalamayan ve kanatlarıyla özgürlüğe uçan Lilith. Cennetten kaçan Lilith.
Kızkardeşine çok önemli bir şey tattırmak istemiş olmalı ki kaçtığı yere tekrar dönüyor bir yılan olarak. Ağaç – kadın- yılan sembolleri beni hep içine çeken metoforlar. Kutsal yaşam ağacı, bengi hayat ağacı, Budha’nın aydınlanma ağacı, yasak elma ağacı. Sanırım hepsi aynı bilginin farklı yüzleri.
Cennette, bana göre o yavan bahçede yaşayıp giden Havva’ya neyi göstermek istiyor olabilir Lilith bunca tehlikeyi göze alıp. O ağaç iyi ile kötüyü birbirinden ayırma, bilgi ağacı. O elma ise Adem ile Havva onu yeyince ekmek elden su gölden devrinin bittiği, cennetten kovuldukları elma.
Dünyaya indirilip öğrendikleri ikilikler bilgisini aşmadan Kibele’ye varamayacakları. Dualite.
Akılmdaki soru şuydu. Lilith’in Havva’ya sunduğu şey kötü bir şey olamaz, kadın kadının kurdudur u bu hikayede unutalım.
Peki neden şimdi elmayı nötrlemeye çalışıyoruz ? Sanırım kutsal kitabın bahsettiği Aden, bizim bütün potansiyelimizi açıp, özgürce kendimizi, doğamızı deneyimleyeceğimiz gerçek bir cennet olmaması bu düğümü çözüyor.
Lilith Havva’yı, Aden’den kaçıp deneyimlediği ve kendi benliğini bulduğu çok uzun olan o yola çıkarmak istedi belki de. Aden’den çıkıp gerçek doğasını deneyimleyeceği, içinde varolan Tanrıça’yı keşfedip asıl cenneti kendi içinde bulacağı sonsuz bir yolculuk.
Keza Lord Budha da Bo (aydınlanma) ağacının altında, kendi içinde çıktığı yolculukta o yasaklanmış ışığa erişiyor. O da aynı ağacın altında bir yanılsamadan uyanıyor.
Kibeleye varmak, güneş ile ayı hiç bilmemek değil. İkisini de deneyimleyip, belki sonsuz zaman sonunda ikisini birleyebilmek. Kibele o orta noktada mı ? Hareket ile dinginliğin bir arada olduğu o eksende.
Bengi Hayat ağacı da orada olabilir mi? Ve biz o büyülü yere bazı anlar değebilsek de, diğer sonsuz zamanda bengi hayat ağacına varma yolcuğuna çıkabilmek için en başta Aden’den çıkmamız ( ki bu belki de öğretilmiş geleneksel cenneti bekleyişimiz anlamına geliyor olabilir ) ve dünyayı deneyimlememiz gerekiyordu belki de.
Lilith, Havva nezlinde hepimize bunun anahtarını veriyor olabilir. Kimbilir belki de doğru ile yanlış arasında bir bahçe vardır ve orada buluşacağızdır. Ne muzip bir buluşma oldu. Mevlana ve Lilith.
Kitapta bir yerde, Marduk ve Tiamat’ın karşı karşıya gelişi anlatılıyor. Tanrıçaya karşı eril tanrı. Marduk Tiamat’ı öldürüyor ve eril egemenliği başlıyor fakat en güzel ayrıntı, Tiamatın bedeni ile doğayı, yer ile göğü yaratıyor.
Tanrıça bizi kendi içinde besliyor. Onun güzel evren bedeni canlı ve biz onun içindeyiz, o bizim içimizde. Ayrılık yok. Tanrı ise bizi yaratıyor. Kendinden ayrı bırakıyor. Özümüzdeki ilahi olandan ayrıyız. Ona ulaşmamız varmamız gerekiyor.
Campbell, Bunu anlayabilmemiz için bize bir soru soruyor: Bir hayvanla ilişkin bir sen ilişkisi mi yoksa o ilişkisi mi ? Eğer sizi bir tanrı yaratmışsa o ilişkisi gözlemlersiniz. Fakat Tanrıçanın bedeninde iseniz her şey canlıdır ve her şey ‘’sen’’ dir.
İnandığımız gücün etkisinde bütün bir hayatımız şekilleniyor sanırım. Burada aklıma gelen şey; insanın içindeki o tam olarak tarifi olmayan yalnızlık, kopmuşluk, özlem, yuvadan ayrı olduğu hisleri bu ayrılık yanılsamasından kaynaklanıyor olabilir mi ? Koyulan kurallara uymazsa, sevilmemekle, canını yakmakla tehdit edilen, erkek tanırının onu göremeyen küçük çocukları sanki tüm insanlık.
Aceba böyle bir kültürde yaşayan ebeveynler de çocuklarını kendilerinin yarattığı hissiyle, tanrıyı kendilerine rol model mi alıyor. Ve sonrasında sevilmeyi ve dolayısıyla kendini sevmeyi bilmeyen, sevilmeme korkusuyla yaşayan yetişkin çocuklar oluyoruz her iki ebeveynle de.
Ve belki ölüm korkusu da; bir hata yapıp bir kural çiğneyip anne babamızın kızacağını, ceza vereceğini bildiğimiz için eve gitmek istemeyişimizle eştir.
Tanrıça ise zaten her zaman yanımızda olan ve deneyimlerimizde sadece varlığını hissettirip her koşulda bize sarılan, bizi kapsayan anne-baba. Biz, kuralsız Tanrıça’nın; kendimizi, düşe kalka kendimiz bulmamız için kendi bedeninde bir cennet yarattığı, özgür çocuklarıyız belki de.
Tüm bunlarla birlikte Joseph Campbell’in ve aslında yıkılmaya yüz tutmuş sistemin bize fısıldadığı bir şey var. Geleceğin tohumlarını siz ekmelisiniz.
Tarih boyunca Tanrıça önce kapsayıcıymış eril ve dişili ve bütün ikiliklerin hiçbirini yok saymayarak bütünlüyormuş. Sonra bir ikilik olmuş ve tanrılar doğmuş.
Ardından ise teoloji ile birlikte sadece eril kalmış. Bunları kitabı okuyan hepimiz idrak ettik. Yazar kitapta bir yerde tarihin, olayların eril olduğundan bahsediyor. Yapmak hali, hareket.
Dişi ise tarihi inceleyerek eskiyi yeniye dönüştürmek rolünde. Dünya dişil tarafından dönüştürülecek.
Doğada; eril olan mahsül, tohumunu toprağa yani dişile vererek ölüyor. Sanırım şimdi geçmişi geleceğe dönüştüren, eski mahsülün tohumunu içinde dönüştürüp yeni mahsüle çeviren topraktan öğrenme ve uygulama vakti.
Yani gün bizim günümüz. Ve bunu şimdiki haliyle yapamayacağımızı da bize yine yeraltına girenlere eşlik eden dişi gösteriyor. Yani erkekle, eril düzenle mücadele ederek, rekabet ederek, ona yetişebilmek için erkekleşerek yapamadık bunu.
Aksine, kendi sihrimizi kaybettik. Sanırım yapmak eylemi iyice derinlere gömecek bu yeni oluşumu. Hareket ile değil de dinginlik ile seyir ile, kendiliğindenlikle. Yani kendimizi, gerçek doğamızı hatırlayarak. Rehberimizi dişilik almamız ile.
Öğrenmek için toprağı ve kendi rahmimimizi seyrebiliriz. Bin yılların içinde kadının değişen beden yapısı aklımı kurcalıyor. İlk heykellerde ve oymalarda kadın figürü geniş kalcalı büyük memeli tasvir edilmiş. Ve makbul sayılırmış.
Zamanla ataerkil toplum yapısı iyice baskın hale gelince, sanki kadın bu aşağıda kalmışlıktan kurtulabilmek için daha zayıf ve hatsız yani erkek vücuduna benzer hale özenmiş zira şu an bedenlerimizde bir hatsızlık var gibi.
Sanki bedenlerimiz, zihinlerimizle birlikte erkekleşme ihtiyacı duydu ve bir küçük evrim geçirdik =) Şimdilerde ise yeni bir kadın bedeni algısı olarak ”eski” büyük memeli ve geniş kalçalı vücutlar beğenilmeye ve makbul görülmeye başlandı. Böyle bir çıkarım yapıyor beynim.
Demek ki artık kalçalarımızla ve memelerimizle kucaklaşma vakti. Boyutları ne olursa olsun orada bedenimizde olduklarını bilmek, somut olandan soyut olana taşıyabilir belki bizi. Sonrasında ise biz dişilliğimizi sağlığa kavuşturunca ve erille birlikte dönüşünce bir birleşim hali.
Gündoğumu, gün batımı, ekinokslar, cinsel birleşme ve orgazm iki zıttın aynı anda varolması, kavuşması olduğu için ve dünya ikiliğinin bir anlığına bir olduğu için mi bizi o zamanlar böylesine etkiliyor ? Eğer öyleyse biraz da o anları seyrederiz. Rahman ve rahim olanı. İkiden bir olanı.
Hep bir hayalim var. büyük dev binalar değil de her birinin kendine ait bahçeleri olan sanat ile aşk ile yapılmış evler. Çocukların neyi merak ettiklerini bulmalarını sağlayan bir sistem ile kendi kendilerini eğittikleri bir büyüme süreci.
Yöneldikleri alanda küçücük bir üniversitede birkaç hoca ile değil de evrensel bir akışla uzmanlaşacakları şeyin içine girdiklerinde bir evrenle karşılacakları bir sistem. Kendimizi beslemeyi öğrendiğimiz, kendimizi beslemeyi öğrendikçe tüketimden uzaklaşacağımız, tüketimden uzaklaştıkça şimdi varolan ve bizi sadece daha kıskanç, daha doyumsuz, daha yetersiz hissettiren bir çok sektörün kendiliğinden yok olacağı bir dünya.
Senin bu dünya için hayalin ne? Duymak o kadar isterim ki. Ben bir şey sezinliyorum. Sanırım eski mahsülü nasıl dönüştüreceğimiz de o unuttuğumuz bilgilerin içinde. Eğer biz bir platforda bir araya gelip Tanrıçanın izin sürüyorsak, bir yerlede çoluk çocuk ıssız dağlarda bir grup kadın torak anneyle esriyorsa ( Athenalar yürüyor ), tanrıçalar dıştan eğil içten uyanıyor demektir.
Tiamat, Maat, Kibele, Demeter, İştar, İsis, Athena, Artemis, Afrodit, Hera, Lilith, Medusa, Persephone… Bir de ata mitolojimizin Umay’ı. Her biri, başka bedende ihityaca göre uyanıyor belki de. Belirleyeceğimiz yeni mitsel roller, modellerde bu uyanışın bir sonucu olmalı.
Fakat eski şarap tulumları ile değil de sanki yepyeni bir şarap tulumu tasarımı ile. Madem bir çok boyut var ve bizim gözlerimiz onlara kapatılmış veya sisitem içinde körleşmişiz, biz de koklayarak yemeğimizi, unuttuğumuz o bilgiyi bulmayı kedilerden öğreniriz belki de. Doğa bize herşeyi kendi diliyle fısıldıyor.
Bu bir kitap incelemesinden ziyade, hayatımın incelemesi oldu benim için. Okurken ve yazarken. Benim ilk okuyuşumda kabıma bunlar doldu, başka bir okuyuşumda kabımın ihtiyacına göre değişeceklerini düşünüyorum.
Bir tomar kağıt parçasındaki hazineler. Bunca uzun bir yazıyı okuyup buraya kadar geldiysen senin kabındakileri de çok merak ettiğimi bil. ‘’Kadınlar bir arada olmadıkları sürece, özgürlük kandırmacadan öteye gitmez’’ demiş canım kadın Simone de Beauvoir.
V Kadınları (İkinci Kitap) - Bram Stoker'in Masası - Aylin Doğan Kitap önerileri listemdeki Aylin Doğan'ın ikinci kitabı ''Bram Stoker'ın Masası''. Yazarın dili, üslubu hakkındaki görüşlerimden ilk kitabını eleştirirken bahsetmiştim.(Dili oldukça sade fakat kendi içinde bir ahengi var.) Henüz ikinciDevamını oku
V Kadınları (İkinci Kitap) – Bram Stoker’in Masası – Aylin Doğan
Kitap önerileri listemdeki Aylin Doğan’ın ikinci kitabı ”Bram Stoker’ın Masası”. Yazarın dili, üslubu hakkındaki görüşlerimden ilk kitabını eleştirirken bahsetmiştim.(Dili oldukça sade fakat kendi içinde bir ahengi var.) Henüz ikinci kitabı olmasına rağmen, ilk sayfasında kendine has tarzını yeniden hissettim. Şöyle ki; okur, özgün bir yazarın birden fazla kitabını okumuşsa, artık nerede karşılaşırsa tanır o satırları. Bu ikinci kitap ile birlikte belleğimde bir yazar tarzı daha kesinleşmiş oldu.
İlk olarak, önceki kitabına dair olumsuz tek eleştirim kısa ve bu yüzden de yüzeysel oluşuydu. Gariptir; ikinci kitabı da kısa fakat oldukça zengin. Bu kitabı okurken size tavsiyem; bir yandan ”Lal” karakterinin müzik zevkiyle başlayıp (ismi kitapta geçiyor) sonra kendi yelkeninizle devam ederek hafif müzikler dinlemeniz, bir yandan da hikayenin içinde geçen bilmediğiniz kelimeleri ve olayları internetten araştırmanız.
Olaylar son hız akıp giderken satır aralarındaki yeni edineceğiniz bilgilerle alacağınız haz iki katına çıkacaktır. Ön tarafta spiritüel olaylar vuku bulurken, arka fonda gizliden gizliye bir tılsım beliriyor ki işte yazarın ve kitabın asıl cevheri orada saklanıyor.
Diller tarihi, psişik-edebiyat tarihi, moda tarihi de var olay örgüsünün aralarına serpiştirilen. Yeni çıkan romanlar arasındaki en iddialılarından. Kitap önerileri listemdeki, bir ışık görüp merakla peşinden gittiğim eselerlerden. Ne yazık ki yine çok kısa, bitmesin diye az az okuyup günlere yaydıklarımdan.Kitap önerileri listemdeki; yaş (yine de tavsiyem +20), cinsiyet faketmeksizin mutlaka okunması gereken kitaplardan.
Bu kitapta edebiyat tarihinin paralel evreni var, bir zamanların İtalyan modasının en çarpıcı magazin haberleri var, kelebekler detayıyla yine Murakami ve okurlarına çakılan bir selam var, aşk ve kin olgularına çarpıcı göndermeler var, iyi-kötü yaftalarına farklı bakan bir pencere var. Açılan her kapının ardında okurunu gülümseten özgün, renkli, ve -en doğal halleriyle- mükkemmelliken uzak karakterler var. Kadim zamanlardan bu yana gelebilmiş ritüller, en önemlisi güzel kadınlar var. Bizi fazlaca yerellikten uzaklaştırabilen bir dünya kültürü var.
Kendi hayatımızla ilgili yaptığımız seçimler gerçekten bize mi ait? Kader işin neresinde? Bulunduğumuz düzlem gerçekten bizim algılayabildiğimiz kadar mı. Düz mü? Bunların da -göreceli- cevapları var. Fakat bu var olanları; beylik laflarla, abartılı mecazlarla, ben bilirimci yazar egosuyla değil, şaşkın bir ana karakterin yaşadıklarıyla anlatan sivri bir zaka var..
Fantastik kitap önerileri, psikolojik kitap önerileri, sürükleyici kitap önerileri ve hatta felsefi kitap önerileri arayan dostlar, uçuş takımlarınızı yeniden hazırlayınız!
Ana karakter Lal, Murakami ve kedisi Tom’un da içinde bulunduğu enteresan olayların etkisinden henüz kurtulamamışken, bir telgraf alır. Telgraf Prag’dan, Matmazel Plüg’ün teyzesi Vera’dan gelir. Vera teyze, yeğeninin Prag’a dönmesindeki katkılarından dolayı Lal’e vafa borcu olduğunu yazar ve bir de teklifi vardır. İstanbul’da yaşayan sevgili kuzeni Gabriela’nın adresini verir ve oraya gitmesini rica eder.
Kocasından ayrılma eşiğinde olan ve beş parasız olan Lal için müthiş bir zamanlamadır. ”Daha fazla ne olabilir ki”düşüncesine en uygun zamandadır çünkü. Yine başına bela alacağını hissetse de, verilen adresin boğaza nazır bir yalı olmasının da verdiği merakla kendini hayal gibi bir bahçede buluverir. Bu kararı vermesinde etkili olan Hüso ve Levent Ka, tabii ki yeni maceralarda Lal’i yalnız bırakmayacaklardır.
Gabriela, nam-ı diğer Vanya. V Kadınları’nın tanıyacağımız ikinci kadını.İsminin anlamı; İbranice’de ”Tanrı’nın hediyesi”, Antik Yunanca’da ”iyi haberler getiren kelebek” olan Vanya. Bahçesinde rengarenk kelebekleri ve yaşam enerjisi ile hiç yaşlanmayan hep genç, hep güzel… Diğer tarafta, yine hiç yaşlanmayanlardan Mina. Drakula’nın soylu üç kız kardeşinden en kıymet verdiği… Ardından Bram Stoker. ”Drakula”yı yazarak ünlü vampir efsanesini başlatıp dünyaca ünlenecek olan fakat yaşadığı aşk ile kendini kaybeden bir garip yazar. Ve Giovanni. İtalyan modasının dev ismi, Gabriela’nın en derin yarası. Tüm bunların arasındaki zaman ve mekan sınırı olmayan aşk- nefret üçlemeleri…
Peki ya bizim Lal tüm bunların arasına neden ve nasıl düşüveriyor? Lal’in bu evrendeki görevi ne ? V kadınlarının gizemi yavaş yavaş çözülüyor!
Seriinin üçüncü kitabı; ”Oscar Wilde’ın Tablosu” imiş. Bakalım sırada V kadınlarından hangisi var ve bizi neler bekliyor.
V Kadınları (Birinci Kitap) Murakami'nin Kedisi - Aylin Doğan Kitap önerileri listemdeki en yeni çıkan romanlardan ''Murakami'nin Kedisi''. Zira yazarın da ilk kitabı kendileri. Kapağında, takıntılı olduğum yazar Murakami'yi görür görmez aldım, yazarının Türk olmasının şaşkınlığı ile. Bu karşılaşmaDevamını oku
V Kadınları (Birinci Kitap) Murakami’nin Kedisi – Aylin Doğan
Kitap önerileri listemdeki en yeni çıkan romanlardan ”Murakami’nin Kedisi”. Zira yazarın da ilk kitabı kendileri. Kapağında, takıntılı olduğum yazar Murakami’yi görür görmez aldım, yazarının Türk olmasının şaşkınlığı ile. Bu karşılaşma beni, Türk edebiyatına taze ve canlı bir soluk getiren Aylin Doğan ile tanıştırdı. Ne tatlı bir tesadüf ! Haruki Murakami’nin, edebiyatı bulaştırdığı paralel evren uçukluğuna bizim yazarımız gelişigüzel öyle bir dalıyor ki, muzipliğinden zeka akıyor.
Güzel kısmı; bu kitabı anlamanız için Murakami okumuş olmanız şart değil, fakat okuduysanız da satır aralarındaki nüanslarla kendinizden geçmemeniz işten bile değil. Yazarın dili oldukça sade, hatta itici olmamayı başaran bir laubalilikte. Ana karakter karşınızda, size anlatıyor kadar samimi.
Gerçeküstü olayları yaşarken hepimizin verebileceği tepkileri oldukça doğal aktarması ile de olaylar gerçeküstü olmaktan çıkıveriyor, fantazi dünyasında olduğunuzu böylelikle unutturuyor.Ve bütün renkli karakterlerle cümbür cemaat yaşıyorsunuz romanın içinde.Ben ki; güzellemeler, betimlemeler, analizler hayranı bir okur olarak; ”Lal” ile gırgır şamata bir solukta geçtim yazarın enteresan dünyasından ve bu sadeliği de sevdim.
Her alanda olduğu gibi edebiyatta da bir devrim yaşanıyor dünyada ve bu kırılma noktasını görüp bizim yerli edebiyatımıza uyarlayan bir Türk yazarın var olduğunu öğrendiğim için ayrıca heyecanlıyım. Romanın tarzı; yazarı biraz araştırırken denk geldiğim kendisinin tanımı ile ”büyülü gerçeklik” ,genel geçer kalıpla ”absürd fantastik”. Fantastik kitap önerileri, psikolojik kitap önerileri, sürükleyici kitap önerileri ve hatta felsefi kitap önerileri arayan dostlar, uçuş takımlarını hazırlayınız.
İstanbul’da vuku buluyor olaylar silsilesi. Fakat biz okurlar, sadece İstanbul’da kalmıyoruz, geziniyoruz diyarlarda. Pagan büyüleri, pisişik güçler, isim analizleri, uçuşuyor olay örgüsünün içinde. Bir sonraki kitabını on göz ile beklediğim, günümüz dünyasında mutlaka okunması gereken kitaplar arasında; ufuk açan, beyin yakan, hınzır, uçuk kaçık bir romanlar seriisinin ilk kitabı. İkinci kitabını biraz daha uzun ve daha doyurucu beklemek de bu kitabı için tek eleştirim.
Aylin Doğan; Türk kadın yazarların fazlaca acılı-romantizm sevdasından kopan, yerel kültür ve anlatıyı global değerlerle harmanlamış nadir isimlerden. Ve son olarak; sosyal medyanın edebiyata kattığı benim fikrimce en güzel şey, yazarlarla (tabii ki hepsi ile değil ) iletişim kurmak istediğimizde kurabiliyor oluşumuz. Sylvia Plath’ın Sırça Fanus’undaki Esther karakteri kafamızdaki bütün soru işaretleri ile tarih olmuş durumda. Fakat -egodan arınmış- yeni nesil yazarlarla kitapları hakkında sohbet edebilmek müthiş bir haz. Benim bu hazzı paylaştığım iki yazardan biridir Aylin Doğan.
Ana karakter Lal; eşi ile süregelen, sanırım montonlaşmış tartışmalarından birini yaşarken başlar hikaye. Bir anda -bırakıp gitmek- içgüdüsü ile çarpar kapıyı çıkar evden. Son dönemde dünyada fazlaca ün yapmış olan roman yazarı Murakami’ye hayrandır ve giderken yanına sadece yazarın bir kaç kitabını almıştır.
Tesadüf bu ya; tam bu sıralarda bir arkadaşı yurtdışına çıkmıştır ve bitkilerine su vermesi ve göz kulak olması için evinin anahtarını Lal’ e bırakmıştır. İşte, olayların gümbür gümbür akacağı St. Antonie Kilisesi’nin, her birinde şenlik olan daireleri bulunan apartmanına yolu böyle düşer. Bir de üstüne şu meşhur Murakami’nin İstanbul’a bir panel için geleceğini öğrenir.Tabii ki o panele gidecektir ve tabii ki hiçbir şey Lal’in tahmin edebileceği gibi gelişmeyecektir.
Bir garip kedi -Tom-, İstanbulun delikanlı zangoçlarından bir apartman görevlisi -Hüso Sanchez Coello-, ülkenin pek muhterem korku literatürü ustası bir yazar -Levent K-, ve tabii hafif meşrep bir -Matmazel Plüg-. Namı-ı diğer biricik yeğen ”Marie”. Ek olarak canavar bitki Dolares, içince hülyalara daldıran içki Bloody Mary, yanlışlıkla tekrar diriltilen bir adet Walker, ve son olarak taa Prag’lardan olaya el atan V Kadınlarının tanıdığımız ilk kadını. Vera… Hepsi ve daha fazlası, okurlarını kaçık dünyalarına davet ediyorlar!
Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi TANPINAR Kitabı okuyunca, bu adam bu kitabı gerçekten 1961 yılında mı yazmış dedirten, halen yaşadığımız duygu çıkmazlarını, sinir harplerini, toplumsal çelişkilerimizi, modern çağın absürtlüklerini, tedirginliklerimizi, pişmanlıklarımızı, bizi bize anlatan,Devamını oku
Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi TANPINAR
Kitabı okuyunca, bu adam bu kitabı gerçekten 1961 yılında mı yazmış dedirten, halen yaşadığımız duygu çıkmazlarını, sinir harplerini, toplumsal çelişkilerimizi, modern çağın absürtlüklerini, tedirginliklerimizi, pişmanlıklarımızı, bizi bize anlatan, okunması gereken kitapların en önemlilerinden.
Aslında kitap; toplumumuzun, doğunun rehavetli hakikatiyle, batının pratik zenginliği arasında gidip gelen çeşit karakterlerini konu alsa da kitabın asıl sırrı her okuyanın başka hülyalara dalması bence. Tanpınar’ın dilinin sade ve kolay olduğunu söyleyemeyeceğim fakat kitabın başlarında sabrederseniz, sonrasında bu durumu fark etmeyeceksiniz bile.
Hem psikolojik kitap önerileri isteyip, bir de sürükleyici kitaplar seviyorsanız ikisinin buluştuğu çok nadide eserlerdendir kendisi. Müthiş bir kara mizah, kahkahalarla gülerken içimize inceden bir sıkıntı verebilen bir ironi harikası, muzip ve zeka dolu bir beynin oluşturduğu kaos. Karakter gözlemleri, nokta atışı tespitler, insanın iç yüzünden dünyaya açılan bir tünel. Belki en popüler kitaplar listesine hiçbir zaman giremeyecek fakat mutlaka okuyalım ve okutalım.
Romanın baş kahramanı Hayri İrdal, karısının deyimiyle ‘’içine sinik,sünepe, elini attığı hiçbir işi beceremeyen” kendine bir kimlik bulamamış, aslında ne kendini, ne ailesini ne de içinde bulunduğu düzeni çözememiş ve bize bu sayede tüm bunlar hakkında çözümleme şansı sunan bir karakter.
Her nasılsa saatlere özel bir ilgi duyan Hayri İrdal, kitabımızın doğu neferi olan Nuri Efendi’nin yanında saat tamiri işine başlar. Saat ve zaman sevgisini doruklarda yaşama, hissetme şansını bulduğu işinde; Nuri Efendi’nin zengin olma hevesinden uzak, kendi kabuğunun içinde fikir zenginliğini bulmuş, çalışkan fakat uyanık olamayan hayatına uyum sağlayacaktır.
Ta ki Halit Ayarcı ile yolları kesişene dek. Halit Ayarcı; müthiş bir şevkle yeninin peşinde koşan, batı kalıplarını bize ince ince yansıtan, iç aydınlığının, zerafetin, estetiğin uzağında; yeni dünyanın meşakkatli yoluna adımlarını uyduran ve elini attığı her işi başaran bir karakterdir. Hayri İrdal bu iki dünya arasında kendini bulmaya çalışırken, okuyucu kendi gizli dünyasına döner ve hesaplaşma başlar.
Tam da burada yazarın kendi cümlesiyle durum analizi yapacak olursak; ”iki alem arasında salınıp duran bir halkın boşluğu’’ nu görür,yaşarız. Kitapta; kendinizi kıs kıs gülerken bulacağınız güzel ayrıntılar vardır. Mesela Hayri İrdal’ın sesi berbat olan fakat şarkıcı olmak isteyen ve Hayri Bey’e bu isteği hep gülünç gelen bir baldızı vardır ve Halit Ayarcı sayesinde meşhur bir şarkıcı olmuştur.
Halit Ayarcı’nın benim içimde filizler çıkaran hayat görüşüyle bitirmek isterim. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü kurmak için Hayri bey’i ikna etmeye çalışırken şu düşünceyi ortaya çıkarır : ”ihtiyaçlardan dolayı meslekler ortaya çıkmaz, sen bir meslek kurarsın ve ona ihtiyaç oluşturursun’’ Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Türkiye’nin değil dünyanın en iyi kitaplarındandır.
Hayvan Çiftliği – George ORWELL Dünya’da en çok okunan kitaplar arasında olan Hayvan Çiftliği, George Orwell’in sistemi ve insanı büyüklere masallar tarzıyla anlatarak eleştirdiği bir yapıt. Kendi döneminin sosyalizmini ve aslında Stalin’i eleştirdiği kanısına varılan kitapta insanın bireysel yanlışDevamını oku
Hayvan Çiftliği – George ORWELL
Dünya’da en çok okunan kitaplar arasında olan Hayvan Çiftliği, George Orwell’in sistemi ve insanı büyüklere masallar tarzıyla anlatarak eleştirdiği bir yapıt.
Kendi döneminin sosyalizmini ve aslında Stalin’i eleştirdiği kanısına varılan kitapta insanın bireysel yanlışlarına da sitem ediyor bence. Dili de üslubu da oldukça sade ve akıcıdır. Farklı bir pencereden dünyayı ve sistemi incelemek istiyorsanız kitap önerileri listemde Hayvan Çiftliği’ne şans verin derim. Bakalım siz hangi hayvanda kendinizi bulacaksınız =)
Olay çeşitli hayvanların olduğu bir çiftlikte başlar. Hayvanlarımızın sahibi olan bay Jones’un onları sürekli çalıştırması ve kullanması; karşılığını sadece karınlarını doyurarak ödemesi bazı hayvanların( bilhassa domuzların) canını fazlasıyla sıkmaktadır. Sahip, emeklerini sömürerek ve onlara zulmederek zenginliğin sefasını sürmektedir.
Hayvanların arasında oldukça yaşlı olan ve ‘’koca reis’’ olarak anılan bilge, bir gün hayvanların hepsini yanına toplar. Bir rüya gördüğün ve yakın zamanda öleceğini söyleyen koca reis artık sömürü altında yaşamamaları gerektiğinden de bahseder ve çok geçmeden ölür. Zaten hali hazırda sahibe karşı içten içe homurdanmalar artarken değer verdikleri reislerinin de ölmeden önce söylediği şeyler; -domuzların öncülüğünde- yönetimi ele geçirmek için bir plan yapmaya koyulmalarına sebep olur.
Plan güzel işler ve artık sahip yoktur. Yönetimi ele geçiren hayvanlar ilk etapta özgürlüğün tadına varır ve şevkle çalışmaya başlarlar. Herkesin yeteneğine göre iş bölümü yaparak, diğerinin işini sorgulamadan ve kendinden daha güçsüze yardım ederek günlerini geçirirler hayvanlarımız.
Bir süre sonra domuzlar yönetimi tamamen ele geçirir ve diğer hayvanları kullanmaya, karşılığında sadece karınlarını doyurmaya başlarlar. Domuzlarla birlikte bir kısır döngü daha okuyacağımız kitap ilk yazıldığı zamna nazaran şimdilerde popüler kitaplar arasındadır.
Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Markuez Markuez romanları, sürükleyici kitap önerileri arayanların koşarak uzaklaşmaları gereken romanlardır. Yazarın ''büyükannem geleceği sezen, geçmişte olan korkunç olayları bile aynı ses tonuyla sakin sakin bana anlatan bir kadındı ve ben de size olayları buDevamını oku
Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Markuez
Markuez romanları, sürükleyici kitap önerileri arayanların koşarak uzaklaşmaları gereken romanlardır. Yazarın ”büyükannem geleceği sezen, geçmişte olan korkunç olayları bile aynı ses tonuyla sakin sakin bana anlatan bir kadındı ve ben de size olayları bu üslupla yansıtmaya çalıştım’’ tarzındaki açıklamasından da anlaşılıyor söz konusu romanın akıcılık seviyesi.
Bir yere varmayı beklemeyip, sadece ana odaklanıp kendinizi yazara bırakırsanız nehirde sakince yol alıyorsunuz aslında romanda. Olaylar; perde arkasında günahlarıyla, korkunçluklarıyla vahşice seyrederken siz ön tarafta yazarın tüm bunları anlatırken ki duygusuzluğuyla, derin bir yalnızlık melankolisiyle salınıyorsunuz. Bir ailenin konu edindiği kitapta, üç kuşak erkeklerine aynı isimlerin verilmesi okuma ve odaklanmayı güçleştiriyor fakat aynı zamanda farklı bir haz veriyor.
İlk sayfadaki soy ağacından sıklıkla faydalanılacak bir olay örgüsüne sahip. Aslında kitabın ve yazarının böyle bir iddiası yok ama ben size psikolojik kitap önerileri başlığında değerlendirmenizi tavsiye ederim. Yazar bilincinde çocukluğundan kalan olaylar ve bu olayların kendisine yansımalarını anlattığını söylüyor. Bana kalırsa karma karışık bir beyin ve bilinçaltı eseri.
Kitabın büyüleyici bir diğer yanı ise; kitabın dili okuru öyle hipnotize ediyor ki, anlattığı garip ailenin içinde toprak yiyen, göğe yükselen kız, durmadan yağan yağmur ve evi yiyen karıncalar okuru hiç şaşırtmadan olay örgüsünün içinde akıp gidiyor. Markuez’in; içinde sapkın, tuhaf, yalnız, mutsuz, büyücü ve kehanet habercisi insanların yer aldığı ailesinde roman boyunca kalmak kabul ediyorum kolay olmuyor fakat bilincinize şimdiye kadar yaşamadığı bir serüven yaşatmak istiyorsanız bu romanı mutlaka okumalısınız.
Hikaye; ailelerin karşı çıkmalarına rağmen Ursula ve Jose Arcadio’nun akraba evliliği yapmasıyla başlar. Bundan önceki akraba evliliklerinin bir tanesinden doğan domuz kuyruklu çocuk ailelerin korkmasının asıl sebebidir. Bir gün bir horoz dövüşü sırasında kavga ettiği bir adamı öldüren ve kasabada evliliği hakkındaki dedikodulardan sıkılan Jose, kasabadan uzak bir yerde kendi ailesini kurmak ister ve kendi gibi düşünen hanelerle birlikte izole bir hayat kurar. Karısı Ursula gelecek sezgileri yüksek bir çingenedir ve ailesinin lanetini sezmeye başlamıştır bile.
Kocası simyayla derinden ilgilenir ve akıl sağlığını kaybeder. Bir ağaca bağlı bir süre yaşar ve ölür. Sonrasında dünyaya gelen erkek çocuklarının sadece iki çeşit ismi olur ve hepsinin günahlarla, tuhaflıklarla korkularla ve yalnızlıkla dolu hayatları olur.
Kehanet gerçeğe dönüşmüştür ve lanetlenen ailede üç kuşak yüz yıl boyunca domuz kuyruklu bebeklerin yanı sıra teyzesiyle birlikte olan çocuklar, toprak yiyen kızlar, Çingenelerle yatan oğlanlar, karıncaların yediği insanlar, sürekli yağan bunaltıcı yağmurlar ve birbirinden farklı şekilde dünyanın dibini görmüş karakterler.
Sonuç olarak ‘’soyun atası ağaca bağlanır, sonuncusunu da karıncalar yer’’ lanetlenmiş bir yüzyıl ve yüzyıllık bir yalnızlık. Bu özet kitabı karşılamaz, aslında bu kitap özete sığacak olay içermez. Belki de okuduğunuz en iyi kitaplar arasına girecektir kendisi. Mutlaka şans vermelisiniz.
Uçurtma Avcısı – Khaled Hosseini (Halit Hüseyni) Kitap önerilerimden bir diğeri olan uçurtma avcısı, dünyada en çok okunan kitaplar arasında kaldı uzunca bir süre. Popüler romanlar arasında adından sıkça bahsettiren roman, edebi yönü zayıf fakat insani duygularımıza dokunuyor ve kendi içindeki sırrıDevamını oku
Uçurtma Avcısı – Khaled Hosseini (Halit Hüseyni)
Kitap önerilerimden bir diğeri olan uçurtma avcısı, dünyada en çok okunan kitaplar arasında kaldı uzunca bir süre. Popüler romanlar arasında adından sıkça bahsettiren roman, edebi yönü zayıf fakat insani duygularımıza dokunuyor ve kendi içindeki sırrı da tam olarak bu. İçimizde olan tüm duygular; dostluk,sadakat,kıskançlık,pişmanlık… hikayede hepsi ilmek ilmek işlenmiş.
Popüler romanlar beni ilk etapta kendinden uzak tutar fakat bu konuda en tehlikelisi genelleme yapmaktır. Kitabı yarıda bırakmadım, bitince’’zaman kaybı’’olarak görmedim, etkilendim, duygularıma dokundu. Bunlarla birlikte okumadan ölmeyin diyebileceğim kitap önerilerinden değil kendisi. Kitabın filmi de var şimdilerde, diğer çoğu uyarlama gibi bu film de asıl ruhu yansıtamamış fikrimce. Seçim sizin…
Hasan ve emir aynı evde doğmuş, aynı sütanneden emmiş, aynı oyunları oynayan, aynı zevkleri olan iki çocuk. Biri ağanın, diğeri ise evin hizmetlisinin. Hasan, Emire karşı müthiş bir sevgi ve dostluk besler. Emir ise Hasan’ın yeteneklerinden faydalanır, birlikte oyunlar oynayıp eğlenir fakat aralarındaki statü farkını da fazlasıyla hissetmektedir.
İki çocuk yine birlikte vakit geçirirken başlarını belaya sokarlar ve Hasan, Emir’i kurtarmak için kendini tehlikeye bırakır. Emir, hiç düşünmeden Hasan’ı bırakır ve uzaklaşır. O gün Hasan’a yapılanları uzaktan izler, müdahale etmeden…
Emir olanların korkunçluğu ve kendisinin olanlara seyirci kalmasının ağırlığını atlatamaz ve çözümü arkadaşını evden göndermekte bulur. Hasan’ı hırsızlıkla suçlar. Babalarını aralarındaki sır ve dostluktan kaynaklı Emir’in babası hizmetlileri evden göndermek istemese de Hasan’ın babası suçlamadan sonra oğluyla birlikte evi terk eder.
Ülkedeki karışıklıktan dolayı Emir’in babası varlıklarını kaybedince, diğer bir çok insan gibi oğlunu alıp Amerika’ya gider. Olaylar aslında yıllar sonra Emir’e gelen bir telefonla netleşecektir.
Gelen telefonla Kabil’e tekrar dönen Emir’e hayat bir şans daha vermiştir(?!) ve beraberinde bir çocukla döner. Bakalım insan yeniden iyi olabilecek midir. Bu karar da her okura ayrı ayrı bırakılmış sanırım.
Bin Muhteşem Güneş - Khaled Hosseini (Halit Hüseyni) Kitap önerileri listemdeki diğer kitap olan Bin Muhteşem Güneş güncel popüler romanlardan. Dönem yazarı olan yazarımız yine, büyüdüğü toprakların sıkıntılarını ve insan duygularını konu almış. Dili gayet sade fakat betimlemeler diğer bahsettiğim kDevamını oku
Bin Muhteşem Güneş – Khaled Hosseini (Halit Hüseyni)
Kitap önerileri listemdeki diğer kitap olan Bin Muhteşem Güneş güncel popüler romanlardan. Dönem yazarı olan yazarımız yine, büyüdüğü toprakların sıkıntılarını ve insan duygularını konu almış. Dili gayet sade fakat betimlemeler diğer bahsettiğim kitabına göre daha başarılı olmuş.
Edebiyat, zihin oyunları beklemeden konunun dramatik tarafıyla doyum sağlanabilecek bir roman kendisi. Yazar, olay örgüsü kurmakta oldukça başarılı ve sıkılmadan sürükleneceğiniz bir hikayesi var. Mutlaka okunması gereken kitaplardan olduğunu düşünmüyorum. Bunu yanı sıra iç dünyamıza mutlaka farklı tatlar bırakacağına inanıyorum.
Hikaye şehirden uzak bir göl kenarında yaşayan bir anne kız ile başlar. Meryem ile Nana. Anne kendini asar ve yasak aşkın meyvesi Meryem, babasının yanına gider. Kendi ailesi olan babası, dönemin şartlarında hiç de garip olmayan bir şey yapar, henüz çocuk olan meryemi evlendirir.
Tanrı Meryem’e bir bebek vermez ve kocası zamanla Meryem’e kötü davranmaya dövmeye başlar. Aslında kitap bundan sonra, çiftin hayatlarının Leyla ile kesiştiğinde başlar. Kuma olarak ilişkilerine başlayan iki kadın, aynı koca tarafından dövülürken ana kız olurlar.
Hikaye; Meryem’in sadece bir annenin yapabileceği bir fedakarlıkla kırılma noktasını yaşar ve Afganistan’da kadın olmanın dayanılmaz çaresizliğini hissederek ve muhtemel gözyaşlarımızla birlikte son bulur.
Simyacı – Paulo COELHO Paulo Coelho… Kitapları; okurunu yormayan, dili sade, her hikayesinde ayrı manalar taşıyan fakat hepsinde aynı ruhu yansıtan, çağımızın hastalığının şifası niteliğinde. ‘’Ölmeden mutlaka okunması gereken kitaplar’’ dan olan Simyacı, yazarın üçüncü kitabı. Bir dönem Türkiye’deDevamını oku
Simyacı – Paulo COELHO
Paulo Coelho… Kitapları; okurunu yormayan, dili sade, her hikayesinde ayrı manalar taşıyan fakat hepsinde aynı ruhu yansıtan, çağımızın hastalığının şifası niteliğinde. ‘’Ölmeden mutlaka okunması gereken kitaplar’’ dan olan Simyacı, yazarın üçüncü kitabı.
Bir dönem Türkiye’de en çok okunan kitaplar arasında olması Türk okurunun hayatına dokunması açısından oldukça mutluluk verici. Kendimizi dinlemeyi unuttuğumuz, iç dünyamızdan bi haber olduğumuz çağımızın koşullarında, okuruna ‘’kendini tanı, ruhunun isteğini dinle, bunun için dünyanın başka bir ucuna gitsen de; giderken karşılaştıklarınla öğrendiğin, yaşadığın şeyler sana kendi özünü verir’’ diyor.
Bize özümüzü bulmamızın haritasını sunuyor. Tüm bu yorumlarımdan dolayı, beklentinizi yükseltip sanmayın ki bir sır veriyor. Hikayenin satır aralarına dikkat edilmesi gereken bir roman. Kitap önerileri listemde, hatırladığımda kalbimi hissetmemi sağlayan, ender yazarların ender kitaplarından Simyacı.
Yazarın, Müslümanlara ve Türklere karşı özel ilgisinin olduğu başka kitaplarından da anlaşılıyor ve merak uyandırıyor. Bir günde başlayıp bitirebileceğiniz, bitirdiğinizde üzerine düşüneceğiniz, yumuşak, sıcak umut dolu bir roman. Popüler kitaplara olan kıramadığım önyargımda da beni haksız çıkaran Simyacı, benim favori kitaplarımdandır ve mutlak önerilerimdendir.
Endülüslü İspanyol çoban Santiago. Santiago çocukken ailesi onun rahip olmasını ister fakat o farklı yerler görmeyi öyle çok ister ki bunu yapmak için bildiği tek yol olan çobanlığı seçer. Çobanken mutludur.
Hayvanlarıyla kurduğu ilişki, yünlerini satmaya gittiği dükkan sahibinin aşık olduğu kızıyla bir saat sohbet etmek için beklediği aylar, gittiği gördüğü yerler ve okuduğu kitaplar. Bütün bunlar Santioago’ya çok iyi gelmektedir. Tüm bu hayatını dolduran şeyler, iki gün üst üste gördüğü rüyadan sonra boş gelmeye başlar ve o rüyanın ona gösterilme amacının olduğuna inanır. İşte bu olaydan sonra yaşananların her detayında ayrı güzellik saklıdır. Endülüslü çoban Santiago çöller aşar, hayatına yön verecek insanlarla tanışır, simya öğrenir ve piramitlere ulaşır. Yazarın mesajı da burada saklıdır.
Bana göre; bir kitapta her okuyanın farklı şeyler hissetmesi, farklı yargılar çıkarması kitabın kalitesini belirler. Fakat Simyacı tek bir yerinden tek bir yargı çıkarılacak bir kitap olmadığından hissederek, durup düşünerek okumanızı tavsiye ederim.
Çözüm: Kaydırma Performansını Artırmak için Pasif İşleyicileri Kullanmıyor
Bir ekleme yapayım. Temanızda custom.js dosyası yoksa yukarıda verilen kodu direkt temanızın main.js dosyasına ekleyebilirsiniz. Eğer temanızda performans için main.js yerine min.js dosyası kullanılıyorsa bu kodu buradan sıkıştırıp min.js dosyasına ekleyebilirsiniz.
Bir ekleme yapayım. Temanızda custom.js dosyası yoksa yukarıda verilen kodu direkt temanızın main.js dosyasına ekleyebilirsiniz. Eğer temanızda performans için main.js yerine min.js dosyası kullanılıyorsa bu kodu buradan sıkıştırıp min.js dosyasına ekleyebilirsiniz.
See lessTanrıçalar Ve Tanrıça’nın Dönüşümü İncelemesi – Joseph Campbell
Kendi döneminde bulunan (henüz göbeklitepe toprağın altındayken) en eski tarihi kalıntılardan, heykelciklerden başlayıp İsa ve Meryem Ana da dahil, tarihi olayları takip ederek ilmek ilmek dokunmuş mitler. Tanrıçayı merkeze alıp yapılan bu derleme, toplumsal yapının insanlığın gittiği yönün inançlarDevamını oku
Kendi döneminde bulunan (henüz göbeklitepe toprağın altındayken) en eski tarihi kalıntılardan, heykelciklerden başlayıp İsa ve Meryem Ana da dahil, tarihi olayları takip ederek ilmek ilmek dokunmuş mitler.
Tanrıçayı merkeze alıp yapılan bu derleme, toplumsal yapının insanlığın gittiği yönün inançlarla nasıl ilintili olduğunu, birbirinin dönüşümünün nasıl bir sarmal gibi iç içe geçtiğinin tablosunu çiziyor. Çok derinlerde ise her bir insanın bireysel yolundaki dönümler ve dönüşümler.
Kitap incelemesi yazma ihtiyacı duymamın sebeplerinden ilki, mitolojinin önemini ve tam olarak ne işe yaradığını kavramamı sağlaması oldu en başta. Hep ilgimi çekerdi okurdum ama şimdi bambaşka bakmamı sağladı.
Yaşadığımız toprakların altındaki hazineyi kitapta okurken bir kere daha anladım. İçinde bulunduğumuz yönetim şekli, dini gelenekler ve yaşadığımız yüzyıl üstünü katman katman örtse de tanrıçalar topraktan çıkmayı ve kadının içinde yeniden doğmayı başarıyor.
Aslında benim bir süredir doğayı izleyerek öğrendiğim şeyleri ve çok daha fazlasını mitoloji ile birbirine aktarmış insanlık bin yıllar boyunca. İnsanın dış evrenine bakarak iç evrenini anlaması. Ortak bilinç veya bilinçdışının mitlerle ve sembolleriyle ifade edilmesi.
Mitler ve doğadaki semboller, kişinin kendi iç doğasını kendisinin keşfetmesini sağlıyor. Yani sembollerle konuşmak ve onlarla anlamak. Fakat zihinle değil de o içimizdeki tinsel güç ile.
Birazdan aktaracağım; ve yazarın, dünya tarihinin izini sürerek aktardıkları bilgilerin ışığında içimde uyanan anlamları ilk defa ben keşfetmedim. Benden önce yol alanların aktardığı bilgiler olduğundan dolayı, bazıları kulağıma çalınsa da algılayamamış, içselleştirememişim.
Her ‘ahh bir şey buldum’ dediğim anlardan bir süre sonra, zaten var olan öğretilerin bulduğum (!) şeyi anlattığını fakettim. Kavramların dıştan gelmesi değil içten doğmasını sağlıyor aslında semboller ve mitler. Sanki, mitolojiyi bir bilinç ileride unutursam hatırlayayım diye oluşturmuş da o bilinç de benim içimde hatırlamış gibi. Defalarca ‘’ben bunu biliyordum’’ hissine kapılmamın başka bir açıklaması olamaz.
Şimdi kitabın sayfalarındaki kendi yolculuğumdan bahsedeceğim size.
Bunların, kitabı okumayanların tadını kaçıracak ayrıntılar olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu kitabın özelinde, doğanın ve mitlerin sembollerinin aktarılışından herkes kendi kabı kadar ve kendi yolunun ihtiyacını alıyor sanırım.
Benim yaptığım kitap incelemesi size sadece birkaç soru işareti bırakabilir ki sanırım sorular bir yolun ışığı olabiliyorlar.
Kitabı okuyanlar için ise; maden işçileri gibi biribirimizin bulup çıkardığı sorularla beslenirsek belki, yolumuz aydınlanır, birliğimizden öz kuvvetimizi buluruz.
Kitapta neler var ? Kitabın konusu nedir ? Kitap ne anlatıyor ? Umarım bu sorulara biraz olsun cevap bulabilirsiniz:
Tanrıçalar ve Tanrıça’nın dönüşümü. Sanırım bu isim benim için böyle uyarlanmış. Çünkü benim okurken kendimde seyrettiğim iki dönüşüm söz konusu oldu. İlk dönüşümüm kitabı okurken süregeldi.
Tanrıçayı güneş ile bağdaştıran ilk dönem mitlerini okudukça içimde bir karşı çıkış oldu. Hatta öfkelendim. Çünkü ay ile öyle güçlü bir bağ hissettim ki hep, ondan başkası düşünülemez ve hissedilemezdi.Fakat sayfalar geçtikçe kendimi izledim.
Tanrıçayı ay ile bağdaştırma ve güneş ile ilişkisizliğim, kendi içimdeki ikilikten kaynaklanıyordu. Dünyadaki bu ikiliklerden daha aşkın bir şekilde birliğin ifadesi oldu bu benim için. Yani ben ay ile bağdaştırdığım Tanrıça’ya kendi içimde farkında olmadan bir de tanrı oluşturmuşum. Güneş. Aslında reddettiğim, içimde böyle konumlandırdığımın hiç farkına varmadığım bir durumdu bu.
Sayfalar daha da geçtikçe, eski araştırmalarım ve hislerim de birleşince tanrıçanın iki yüzünü armağan etti bana Compbell.
Yani ay ile örtüşen; gece, karanlık, yin, his, tinsel doğum, yeniden doğum, gizem, baykuş, yılan, içe dönüm, dinginlik, adet kanaması, sonbahar.
Ve güneş ile örtüşen; gün, ışık, yang, doğurganlık, akıl, hareket, besleyicilik, ölümsüzlük, dışa açıklık, aslan, kadının yumurtlama dönemi, ilkbahar.
Ve hatta dolunayda yumurtlamak veya yeni ayda yumurtlamak durumu da içimizdeki tanrıçanın yüzleri olabilir sanki. Her ikisini de örtüyor Tanrıça. Yaşadığımız toplum yapısından kaynaklı eril otorite ve tanrı algısından öyle iğrenmişim ki Tanrıça’ya konduramamış, onu sadece dişil algılamışım. Burada hemen aklıma yazarın bir çağrısı geliyor. “Yeni mitlerde kadın rolünü sizler şimdi yaratacaksınız.”
İkincisi ise, kitapta sıklıkla bahsedilen yeraltı ve kahramanların erginlenme yolculukları ile ilgili. Yeraltına, ölülerin diyarına gönderilen Tanrıçalar ve kocalarıyla birlikte ölüme gönderilen kadınlar ile ilgili.
Sati deniyormuş onlara. Kadınların ölen kocalarına yeraltında eşlik edip onların yeniden doğmalarını sağlamaları durumu bende (kendi ifademle) Ay Tanrıçasının bir yönünü uyandırıyor.
Yerin altı Şamanların üç dünya betimlemelerindeki alt dünya ile benzeşiyor. Ki bende de yeraltı her zaman bilinçaltını, insanın iç dünyasını çağrıştırıyor. Buradan da insanın gölge yanları konusuna gidiyor aklım.
Karanlık sadece karanlıktır. Orada hiçbirşey görülmez ve gölge yoktur. Ancak bir ışık sızarsa karanlığa işte o zaman bazı gölgeler görebiliriz. Yani gölge yanlarımızı görebilmemiz için bir ışığa ihtiyacımız var. Ay ışığı.
Tanrıçaların ve kadınların yeraltına vazifeli gitmelerinin de Ay ‘ın gölgelere ışık tutabilmesi ve gölgelerini görenlerin yeniden doğabilmesi olduğunu hissettim. Tinsel bir yeniden doğum. Ve işte uyanma ya da aydınlanma denen kavramlar.
Bu çıkarımı kitabın ortalarında yapıp sonlarına doğru zaten yazarın bundan bahsettiğini gördüm. Yani yine benim bireysel keşfim olsa da insanlar bunu bin yıllardır biliyorlarmış. Burada da aklıma gelen bir şey var.
İçimizde var olan bütün elementlerin, bütün hücrelerin dışımızda da varolduğu ve hep birlikte bir bütünü oluşturduğumuz.
İşte o bütünün de kendi bilincinin olduğu. O herşeyi kapsayan bilincin doğal olarak bizim bireysel bilinçlerimizde de varolduğu ve bu sembollerle bazı bilgileri yeniden hatırladığımız.
Ortak bilinci de ben keşfetmedim tabii =)
Tüm bunları özümserken farkettim ki ben yeraltındaymışım ve kendimi doğurmaya çalışmakmış bir süredir yaşadığım yoğun haller.
Kahramanların erginlenme yollarını okurken, hayatın da beni bir iki defa erginlediğini gözlemledim. 4 yıl önce bütün hayatımın bir anda değişmesi ile bir şok ve ardından iki yıl önce bir kırbaçlanma ile aslanın ağzında bulmuşum kendimi.
Şok etme, kırbaçlanma, aslanın ağzına girme, ardındaki evrenin şarkısı…
Bu kavramların hepsini Odyseia, Dyonsos , Practica Musica bölümlerinde görebilir ve dikkatle incelerseniz, kendi yolunuzu bunlar sayesinde okuyabilirsiniz.Ve hatta şirinleri bile görebilirsiniz =)
2 yıl önce yaşadığım bir can ölümü tam bir kırbaçlanmaydı ve o şok edici acı anında zihin kendiliğinden susunca farketmeden girmişim aslanın ağzına. Sanırım orada bir gözüm daha açıldı hayata ve görmeye başladım.
Her şey susunca geriye sadece doğa anne ve onun büyülü şarkısı kaldı. İşte bu iki erginlenmeyle yeraltına, toprak ananın rahmine, mağarama çekildim. Orada tam 2 yıldır yaşıyorum. Kimse yok.
Ben, gölgelerim ve içimdeki diğer benler. Toprak ana besledi beni burada. Doğayı izleyerek anlamamı, hazmetmemi sağladı bedenin soluksuz kalmasını. Ölümü. Ve o muhteşem döngüyü.
Doğurduğum cana sunmam için kendiliğinden oluşan besleme, büyütme, sevme yetilerini böylelikle kendimde ve toprakta kullanmayı öğrendim. Sebzeleri,bitkileri, çiçekleri, ağaçları sulayıp budayıp, toprakları ile ilgilenirken, aynı şeyleri kendime de yaptım.
Burada, az önce bahsettiğim şeyi de anladım. Yeraltına giden ölülerin yeniden doğması için bir dişilin eşlik etmesi gerektiği. Çünkü burada yapma haliyle, hareket halinde olunmuyor.
Burada durup izlemek seyir etmek gerekiyor. Gölgelerle mücadele iyice derinlere götürüyor. Onları ayın ışığı sayesinde farkedip hep birlikte oturmak gerekiyor. Erginlemeyi kitapta anlatıldığı gibi rahiplerin ayinlerde yapmasına gerek yokmuş aslında.
Biz farketmesek de hayat defalarca kere erginliyormuş bizleri. Ben kendi yolumda Ay Tanrıçası ile tanıştım, kaynaştım. Sanırım bu sayede köklerim güçlendi toprağın altında ve bana otur otur sıkıldığımı hissettirdi.
Artık toprağı çatlatma vakti. Yeni çıktığım yolu bilmiyorum şimdilik karanlık. Mitlerin söylediğine göre burada da güneş bana rehberlik edecek. İlişkisizliğim yüzünden Tanrıça’ya konduramadığım güneş. İçimde duyamadığım erilin sesi.
Artık hareket, beslendiğimle beslemek, yapmak, içimde büyüttüğüm kendimi dışımda da büyütme vakti. Mağaramda karşılaştığım gölgelerimle ne durumdayım? Bunu insan ilişkilerinde görme vakti.
İşte kahramanların yolunu okurken ki kendi yolumda gördüklerim de bunlar. Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim diye anlatıyor gibi oldum ama göz alabildiğine giden önümdeki yola baktığımda bir arpa boyu yol gitmişim.
Ayrıca kitapta bahsedilen o üç kahramanın erginlenme yolculuğunu okurken bir harita var onu çıkarmalıyım diye düşündüm. Fakat 4 gündür aralıksız okuyup yazdığım için gücüm kalmamıştı. Kitabın sonunda gördüm ki yazar bunun bir şablonu olduğunu söyleyip bunun için bir kitap yazmış ve türkçe çevirisi var.
Kitapta bahsedilen bir nokta yine beni çok heyecanlandırdı. Mitlerdeki kadınların dans ederek hayvanları ve insanları yeniden diriltmesi, çığlık atmasıyla büyülerin bozulması, Athena’nın şarkı söylerek insanları uyutması. Dans ederken kendinden geçen ve vahşileşen kadınların esrimesi.
Bu mitlerin gerçeğe yansımasında ise, av için yapılan ritüellerde kadınların şarkı söylerek hayvanların ruhlarına: gelin, bize yemek olun, sonra yeniden dirileceksiniz’’ demesi.
Kadının dans ederek ve şarkı söylerek yeniden doğum, galiba tinsel yeniden doğumu gerçekleştirmesi müthiş. Bunların kendimi bırakıp özgürce, bazen vahşice, bazen bedenimle aşk yaşayarak dans ettiğim anların büyüsüyle bir ilgisi olmalı. Veya elimi rahmime götürüp oralarda gezinirken boğazımı serbest bıraktığımda her seferinde kendimin de şaşırdığı seslerle.
Galiba şarkı ve dans da tanrısal ifşaya dahil. Bir de yazarın bahsettiği evrenin şarkısı var. Burada da aklıma ritim ile birlikte o boşluk ve kendinden geçme hali geliyor. Zikirde olduğu gibi. Aceba bu şamanların da davullarıyla yaptığı şeyin, ritmin, evrenin şarkısı ile bir ilgisi var mı ?
Bir de Joseph Campbell’in mitlerin bazı yerlerinde atıfta bulunduğu yasak elma mevzusu bu aralar üzerinde çok düşündüğüm bir hikaye. O hikayede elma ağacını bilgi ağacı olarak anlatırlar.
İyi ve kötüyü bilme dürtüsü vs. Adem ile Havva elmayı yeyince kovulur cennetten. Kitapta Kibele’nin odasının girişindeki iki leoparın kabartmalarını görüyoruz.
Kibele’nin odasına girmek için geçilmesi gereken iki yırtıcı leopardan bahsediyor ve elma ağacına atıfta bulunuyor burada. İki leopar’ın ikilik sembolü olduğundan.
Yani Ademlerin ona erişince cennette duramadığı, ve dünyada o ikiliği aşmadan Kibeleye varılamayan. Dünya’nın dualitesi.
Biraz önce bahsettiğim o aslında bir araya gelmeyi bekleyen zıt olgular belki de. İlk bakışta kurtulunması gereken yargı veya zihin gibi duruyor, ki tam bu sırada ters giden bir şeyin olduğunu seziyorum.
Çünkü Lilith geliyor aklıma. Bunları kitabın ortalarında düşünürken, sonunda bir şey hissettim. Kutsal kitap öğretilerinde anlatılan bir yasak ağaç bir de bengi hayat ağacı var. Adem’e yasak ağaçtaki meyveyi Havva ikram ediyor. Adem’in kaburga kemiğinden çıkan Havva.
Havva ise bir yılanın yönlendirmesiyle ağaçtan meyve yeme cesaretini buluyor. Bu yılanın Lilith olduğunu söyleyen kaynaklar var. Adem ile aynı topraktan yaratılan, Adem’e eşit olan fakat sevişirken Adem’in sürekli onun altta olmasını istediği Lililth. Buna karşı çıkan fakat tanrıdan da bu konuda yüz bulamayan Lililth.
Daha fazla etrafı çitlerle çevrili bu Aden (cennet) yapaylığında kalamayan ve kanatlarıyla özgürlüğe uçan Lilith. Cennetten kaçan Lilith.
Kızkardeşine çok önemli bir şey tattırmak istemiş olmalı ki kaçtığı yere tekrar dönüyor bir yılan olarak. Ağaç – kadın- yılan sembolleri beni hep içine çeken metoforlar. Kutsal yaşam ağacı, bengi hayat ağacı, Budha’nın aydınlanma ağacı, yasak elma ağacı. Sanırım hepsi aynı bilginin farklı yüzleri.
Cennette, bana göre o yavan bahçede yaşayıp giden Havva’ya neyi göstermek istiyor olabilir Lilith bunca tehlikeyi göze alıp. O ağaç iyi ile kötüyü birbirinden ayırma, bilgi ağacı. O elma ise Adem ile Havva onu yeyince ekmek elden su gölden devrinin bittiği, cennetten kovuldukları elma.
Dünyaya indirilip öğrendikleri ikilikler bilgisini aşmadan Kibele’ye varamayacakları. Dualite.
Akılmdaki soru şuydu. Lilith’in Havva’ya sunduğu şey kötü bir şey olamaz, kadın kadının kurdudur u bu hikayede unutalım.
Peki neden şimdi elmayı nötrlemeye çalışıyoruz ? Sanırım kutsal kitabın bahsettiği Aden, bizim bütün potansiyelimizi açıp, özgürce kendimizi, doğamızı deneyimleyeceğimiz gerçek bir cennet olmaması bu düğümü çözüyor.
Lilith Havva’yı, Aden’den kaçıp deneyimlediği ve kendi benliğini bulduğu çok uzun olan o yola çıkarmak istedi belki de. Aden’den çıkıp gerçek doğasını deneyimleyeceği, içinde varolan Tanrıça’yı keşfedip asıl cenneti kendi içinde bulacağı sonsuz bir yolculuk.
Keza Lord Budha da Bo (aydınlanma) ağacının altında, kendi içinde çıktığı yolculukta o yasaklanmış ışığa erişiyor. O da aynı ağacın altında bir yanılsamadan uyanıyor.
Kibeleye varmak, güneş ile ayı hiç bilmemek değil. İkisini de deneyimleyip, belki sonsuz zaman sonunda ikisini birleyebilmek. Kibele o orta noktada mı ? Hareket ile dinginliğin bir arada olduğu o eksende.
Bengi Hayat ağacı da orada olabilir mi? Ve biz o büyülü yere bazı anlar değebilsek de, diğer sonsuz zamanda bengi hayat ağacına varma yolcuğuna çıkabilmek için en başta Aden’den çıkmamız ( ki bu belki de öğretilmiş geleneksel cenneti bekleyişimiz anlamına geliyor olabilir ) ve dünyayı deneyimlememiz gerekiyordu belki de.
Lilith, Havva nezlinde hepimize bunun anahtarını veriyor olabilir. Kimbilir belki de doğru ile yanlış arasında bir bahçe vardır ve orada buluşacağızdır. Ne muzip bir buluşma oldu. Mevlana ve Lilith.
Kitapta bir yerde, Marduk ve Tiamat’ın karşı karşıya gelişi anlatılıyor. Tanrıçaya karşı eril tanrı. Marduk Tiamat’ı öldürüyor ve eril egemenliği başlıyor fakat en güzel ayrıntı, Tiamatın bedeni ile doğayı, yer ile göğü yaratıyor.
Tanrıça bizi kendi içinde besliyor. Onun güzel evren bedeni canlı ve biz onun içindeyiz, o bizim içimizde. Ayrılık yok. Tanrı ise bizi yaratıyor. Kendinden ayrı bırakıyor. Özümüzdeki ilahi olandan ayrıyız. Ona ulaşmamız varmamız gerekiyor.
Campbell, Bunu anlayabilmemiz için bize bir soru soruyor: Bir hayvanla ilişkin bir sen ilişkisi mi yoksa o ilişkisi mi ? Eğer sizi bir tanrı yaratmışsa o ilişkisi gözlemlersiniz. Fakat Tanrıçanın bedeninde iseniz her şey canlıdır ve her şey ‘’sen’’ dir.
İnandığımız gücün etkisinde bütün bir hayatımız şekilleniyor sanırım. Burada aklıma gelen şey; insanın içindeki o tam olarak tarifi olmayan yalnızlık, kopmuşluk, özlem, yuvadan ayrı olduğu hisleri bu ayrılık yanılsamasından kaynaklanıyor olabilir mi ? Koyulan kurallara uymazsa, sevilmemekle, canını yakmakla tehdit edilen, erkek tanırının onu göremeyen küçük çocukları sanki tüm insanlık.
Aceba böyle bir kültürde yaşayan ebeveynler de çocuklarını kendilerinin yarattığı hissiyle, tanrıyı kendilerine rol model mi alıyor. Ve sonrasında sevilmeyi ve dolayısıyla kendini sevmeyi bilmeyen, sevilmeme korkusuyla yaşayan yetişkin çocuklar oluyoruz her iki ebeveynle de.
Ve belki ölüm korkusu da; bir hata yapıp bir kural çiğneyip anne babamızın kızacağını, ceza vereceğini bildiğimiz için eve gitmek istemeyişimizle eştir.
Tanrıça ise zaten her zaman yanımızda olan ve deneyimlerimizde sadece varlığını hissettirip her koşulda bize sarılan, bizi kapsayan anne-baba. Biz, kuralsız Tanrıça’nın; kendimizi, düşe kalka kendimiz bulmamız için kendi bedeninde bir cennet yarattığı, özgür çocuklarıyız belki de.
Tüm bunlarla birlikte Joseph Campbell’in ve aslında yıkılmaya yüz tutmuş sistemin bize fısıldadığı bir şey var. Geleceğin tohumlarını siz ekmelisiniz.
Tarih boyunca Tanrıça önce kapsayıcıymış eril ve dişili ve bütün ikiliklerin hiçbirini yok saymayarak bütünlüyormuş. Sonra bir ikilik olmuş ve tanrılar doğmuş.
Ardından ise teoloji ile birlikte sadece eril kalmış. Bunları kitabı okuyan hepimiz idrak ettik. Yazar kitapta bir yerde tarihin, olayların eril olduğundan bahsediyor. Yapmak hali, hareket.
Dişi ise tarihi inceleyerek eskiyi yeniye dönüştürmek rolünde. Dünya dişil tarafından dönüştürülecek.
Doğada; eril olan mahsül, tohumunu toprağa yani dişile vererek ölüyor. Sanırım şimdi geçmişi geleceğe dönüştüren, eski mahsülün tohumunu içinde dönüştürüp yeni mahsüle çeviren topraktan öğrenme ve uygulama vakti.
Yani gün bizim günümüz. Ve bunu şimdiki haliyle yapamayacağımızı da bize yine yeraltına girenlere eşlik eden dişi gösteriyor. Yani erkekle, eril düzenle mücadele ederek, rekabet ederek, ona yetişebilmek için erkekleşerek yapamadık bunu.
Aksine, kendi sihrimizi kaybettik. Sanırım yapmak eylemi iyice derinlere gömecek bu yeni oluşumu. Hareket ile değil de dinginlik ile seyir ile, kendiliğindenlikle. Yani kendimizi, gerçek doğamızı hatırlayarak. Rehberimizi dişilik almamız ile.
Öğrenmek için toprağı ve kendi rahmimimizi seyrebiliriz. Bin yılların içinde kadının değişen beden yapısı aklımı kurcalıyor. İlk heykellerde ve oymalarda kadın figürü geniş kalcalı büyük memeli tasvir edilmiş. Ve makbul sayılırmış.
Zamanla ataerkil toplum yapısı iyice baskın hale gelince, sanki kadın bu aşağıda kalmışlıktan kurtulabilmek için daha zayıf ve hatsız yani erkek vücuduna benzer hale özenmiş zira şu an bedenlerimizde bir hatsızlık var gibi.
Sanki bedenlerimiz, zihinlerimizle birlikte erkekleşme ihtiyacı duydu ve bir küçük evrim geçirdik =) Şimdilerde ise yeni bir kadın bedeni algısı olarak ”eski” büyük memeli ve geniş kalçalı vücutlar beğenilmeye ve makbul görülmeye başlandı. Böyle bir çıkarım yapıyor beynim.
Demek ki artık kalçalarımızla ve memelerimizle kucaklaşma vakti. Boyutları ne olursa olsun orada bedenimizde olduklarını bilmek, somut olandan soyut olana taşıyabilir belki bizi. Sonrasında ise biz dişilliğimizi sağlığa kavuşturunca ve erille birlikte dönüşünce bir birleşim hali.
Gündoğumu, gün batımı, ekinokslar, cinsel birleşme ve orgazm iki zıttın aynı anda varolması, kavuşması olduğu için ve dünya ikiliğinin bir anlığına bir olduğu için mi bizi o zamanlar böylesine etkiliyor ? Eğer öyleyse biraz da o anları seyrederiz. Rahman ve rahim olanı. İkiden bir olanı.
Hep bir hayalim var. büyük dev binalar değil de her birinin kendine ait bahçeleri olan sanat ile aşk ile yapılmış evler. Çocukların neyi merak ettiklerini bulmalarını sağlayan bir sistem ile kendi kendilerini eğittikleri bir büyüme süreci.
Yöneldikleri alanda küçücük bir üniversitede birkaç hoca ile değil de evrensel bir akışla uzmanlaşacakları şeyin içine girdiklerinde bir evrenle karşılacakları bir sistem. Kendimizi beslemeyi öğrendiğimiz, kendimizi beslemeyi öğrendikçe tüketimden uzaklaşacağımız, tüketimden uzaklaştıkça şimdi varolan ve bizi sadece daha kıskanç, daha doyumsuz, daha yetersiz hissettiren bir çok sektörün kendiliğinden yok olacağı bir dünya.
Senin bu dünya için hayalin ne? Duymak o kadar isterim ki. Ben bir şey sezinliyorum. Sanırım eski mahsülü nasıl dönüştüreceğimiz de o unuttuğumuz bilgilerin içinde. Eğer biz bir platforda bir araya gelip Tanrıçanın izin sürüyorsak, bir yerlede çoluk çocuk ıssız dağlarda bir grup kadın torak anneyle esriyorsa ( Athenalar yürüyor ), tanrıçalar dıştan eğil içten uyanıyor demektir.
Tiamat, Maat, Kibele, Demeter, İştar, İsis, Athena, Artemis, Afrodit, Hera, Lilith, Medusa, Persephone… Bir de ata mitolojimizin Umay’ı. Her biri, başka bedende ihityaca göre uyanıyor belki de. Belirleyeceğimiz yeni mitsel roller, modellerde bu uyanışın bir sonucu olmalı.
Fakat eski şarap tulumları ile değil de sanki yepyeni bir şarap tulumu tasarımı ile. Madem bir çok boyut var ve bizim gözlerimiz onlara kapatılmış veya sisitem içinde körleşmişiz, biz de koklayarak yemeğimizi, unuttuğumuz o bilgiyi bulmayı kedilerden öğreniriz belki de. Doğa bize herşeyi kendi diliyle fısıldıyor.
Bu bir kitap incelemesinden ziyade, hayatımın incelemesi oldu benim için. Okurken ve yazarken. Benim ilk okuyuşumda kabıma bunlar doldu, başka bir okuyuşumda kabımın ihtiyacına göre değişeceklerini düşünüyorum.
Bir tomar kağıt parçasındaki hazineler. Bunca uzun bir yazıyı okuyup buraya kadar geldiysen senin kabındakileri de çok merak ettiğimi bil. ‘’Kadınlar bir arada olmadıkları sürece, özgürlük kandırmacadan öteye gitmez’’ demiş canım kadın Simone de Beauvoir.
See lessKitap Önerileri: Ne Okusam Diyenlere Kitap Tavsiyeleri
V Kadınları (İkinci Kitap) - Bram Stoker'in Masası - Aylin Doğan Kitap önerileri listemdeki Aylin Doğan'ın ikinci kitabı ''Bram Stoker'ın Masası''. Yazarın dili, üslubu hakkındaki görüşlerimden ilk kitabını eleştirirken bahsetmiştim.(Dili oldukça sade fakat kendi içinde bir ahengi var.) Henüz ikinciDevamını oku
V Kadınları (İkinci Kitap) – Bram Stoker’in Masası – Aylin Doğan
Kitap önerileri listemdeki Aylin Doğan’ın ikinci kitabı ”Bram Stoker’ın Masası”. Yazarın dili, üslubu hakkındaki görüşlerimden ilk kitabını eleştirirken bahsetmiştim.(Dili oldukça sade fakat kendi içinde bir ahengi var.) Henüz ikinci kitabı olmasına rağmen, ilk sayfasında kendine has tarzını yeniden hissettim. Şöyle ki; okur, özgün bir yazarın birden fazla kitabını okumuşsa, artık nerede karşılaşırsa tanır o satırları. Bu ikinci kitap ile birlikte belleğimde bir yazar tarzı daha kesinleşmiş oldu.
İlk olarak, önceki kitabına dair olumsuz tek eleştirim kısa ve bu yüzden de yüzeysel oluşuydu. Gariptir; ikinci kitabı da kısa fakat oldukça zengin. Bu kitabı okurken size tavsiyem; bir yandan ”Lal” karakterinin müzik zevkiyle başlayıp (ismi kitapta geçiyor) sonra kendi yelkeninizle devam ederek hafif müzikler dinlemeniz, bir yandan da hikayenin içinde geçen bilmediğiniz kelimeleri ve olayları internetten araştırmanız.
Olaylar son hız akıp giderken satır aralarındaki yeni edineceğiniz bilgilerle alacağınız haz iki katına çıkacaktır. Ön tarafta spiritüel olaylar vuku bulurken, arka fonda gizliden gizliye bir tılsım beliriyor ki işte yazarın ve kitabın asıl cevheri orada saklanıyor.
Diller tarihi, psişik-edebiyat tarihi, moda tarihi de var olay örgüsünün aralarına serpiştirilen. Yeni çıkan romanlar arasındaki en iddialılarından. Kitap önerileri listemdeki, bir ışık görüp merakla peşinden gittiğim eselerlerden. Ne yazık ki yine çok kısa, bitmesin diye az az okuyup günlere yaydıklarımdan.Kitap önerileri listemdeki; yaş (yine de tavsiyem +20), cinsiyet faketmeksizin mutlaka okunması gereken kitaplardan.
Bu kitapta edebiyat tarihinin paralel evreni var, bir zamanların İtalyan modasının en çarpıcı magazin haberleri var, kelebekler detayıyla yine Murakami ve okurlarına çakılan bir selam var, aşk ve kin olgularına çarpıcı göndermeler var, iyi-kötü yaftalarına farklı bakan bir pencere var. Açılan her kapının ardında okurunu gülümseten özgün, renkli, ve -en doğal halleriyle- mükkemmelliken uzak karakterler var. Kadim zamanlardan bu yana gelebilmiş ritüller, en önemlisi güzel kadınlar var. Bizi fazlaca yerellikten uzaklaştırabilen bir dünya kültürü var.
Kendi hayatımızla ilgili yaptığımız seçimler gerçekten bize mi ait? Kader işin neresinde? Bulunduğumuz düzlem gerçekten bizim algılayabildiğimiz kadar mı. Düz mü? Bunların da -göreceli- cevapları var. Fakat bu var olanları; beylik laflarla, abartılı mecazlarla, ben bilirimci yazar egosuyla değil, şaşkın bir ana karakterin yaşadıklarıyla anlatan sivri bir zaka var..
Fantastik kitap önerileri, psikolojik kitap önerileri, sürükleyici kitap önerileri ve hatta felsefi kitap önerileri arayan dostlar, uçuş takımlarınızı yeniden hazırlayınız!
Ana karakter Lal, Murakami ve kedisi Tom’un da içinde bulunduğu enteresan olayların etkisinden henüz kurtulamamışken, bir telgraf alır. Telgraf Prag’dan, Matmazel Plüg’ün teyzesi Vera’dan gelir. Vera teyze, yeğeninin Prag’a dönmesindeki katkılarından dolayı Lal’e vafa borcu olduğunu yazar ve bir de teklifi vardır. İstanbul’da yaşayan sevgili kuzeni Gabriela’nın adresini verir ve oraya gitmesini rica eder.
Kocasından ayrılma eşiğinde olan ve beş parasız olan Lal için müthiş bir zamanlamadır. ”Daha fazla ne olabilir ki”düşüncesine en uygun zamandadır çünkü. Yine başına bela alacağını hissetse de, verilen adresin boğaza nazır bir yalı olmasının da verdiği merakla kendini hayal gibi bir bahçede buluverir. Bu kararı vermesinde etkili olan Hüso ve Levent Ka, tabii ki yeni maceralarda Lal’i yalnız bırakmayacaklardır.
Gabriela, nam-ı diğer Vanya. V Kadınları’nın tanıyacağımız ikinci kadını.İsminin anlamı; İbranice’de ”Tanrı’nın hediyesi”, Antik Yunanca’da ”iyi haberler getiren kelebek” olan Vanya. Bahçesinde rengarenk kelebekleri ve yaşam enerjisi ile hiç yaşlanmayan hep genç, hep güzel… Diğer tarafta, yine hiç yaşlanmayanlardan Mina. Drakula’nın soylu üç kız kardeşinden en kıymet verdiği… Ardından Bram Stoker. ”Drakula”yı yazarak ünlü vampir efsanesini başlatıp dünyaca ünlenecek olan fakat yaşadığı aşk ile kendini kaybeden bir garip yazar. Ve Giovanni. İtalyan modasının dev ismi, Gabriela’nın en derin yarası. Tüm bunların arasındaki zaman ve mekan sınırı olmayan aşk- nefret üçlemeleri…
Peki ya bizim Lal tüm bunların arasına neden ve nasıl düşüveriyor? Lal’in bu evrendeki görevi ne ? V kadınlarının gizemi yavaş yavaş çözülüyor!
Seriinin üçüncü kitabı; ”Oscar Wilde’ın Tablosu” imiş. Bakalım sırada V kadınlarından hangisi var ve bizi neler bekliyor.
See lessKitap Önerileri: Ne Okusam Diyenlere Kitap Tavsiyeleri
V Kadınları (Birinci Kitap) Murakami'nin Kedisi - Aylin Doğan Kitap önerileri listemdeki en yeni çıkan romanlardan ''Murakami'nin Kedisi''. Zira yazarın da ilk kitabı kendileri. Kapağında, takıntılı olduğum yazar Murakami'yi görür görmez aldım, yazarının Türk olmasının şaşkınlığı ile. Bu karşılaşmaDevamını oku
V Kadınları (Birinci Kitap) Murakami’nin Kedisi – Aylin Doğan
Kitap önerileri listemdeki en yeni çıkan romanlardan ”Murakami’nin Kedisi”. Zira yazarın da ilk kitabı kendileri. Kapağında, takıntılı olduğum yazar Murakami’yi görür görmez aldım, yazarının Türk olmasının şaşkınlığı ile. Bu karşılaşma beni, Türk edebiyatına taze ve canlı bir soluk getiren Aylin Doğan ile tanıştırdı. Ne tatlı bir tesadüf ! Haruki Murakami’nin, edebiyatı bulaştırdığı paralel evren uçukluğuna bizim yazarımız gelişigüzel öyle bir dalıyor ki, muzipliğinden zeka akıyor.
Güzel kısmı; bu kitabı anlamanız için Murakami okumuş olmanız şart değil, fakat okuduysanız da satır aralarındaki nüanslarla kendinizden geçmemeniz işten bile değil. Yazarın dili oldukça sade, hatta itici olmamayı başaran bir laubalilikte. Ana karakter karşınızda, size anlatıyor kadar samimi.
Gerçeküstü olayları yaşarken hepimizin verebileceği tepkileri oldukça doğal aktarması ile de olaylar gerçeküstü olmaktan çıkıveriyor, fantazi dünyasında olduğunuzu böylelikle unutturuyor.Ve bütün renkli karakterlerle cümbür cemaat yaşıyorsunuz romanın içinde.Ben ki; güzellemeler, betimlemeler, analizler hayranı bir okur olarak; ”Lal” ile gırgır şamata bir solukta geçtim yazarın enteresan dünyasından ve bu sadeliği de sevdim.
Her alanda olduğu gibi edebiyatta da bir devrim yaşanıyor dünyada ve bu kırılma noktasını görüp bizim yerli edebiyatımıza uyarlayan bir Türk yazarın var olduğunu öğrendiğim için ayrıca heyecanlıyım. Romanın tarzı; yazarı biraz araştırırken denk geldiğim kendisinin tanımı ile ”büyülü gerçeklik” ,genel geçer kalıpla ”absürd fantastik”. Fantastik kitap önerileri, psikolojik kitap önerileri, sürükleyici kitap önerileri ve hatta felsefi kitap önerileri arayan dostlar, uçuş takımlarını hazırlayınız.
İstanbul’da vuku buluyor olaylar silsilesi. Fakat biz okurlar, sadece İstanbul’da kalmıyoruz, geziniyoruz diyarlarda. Pagan büyüleri, pisişik güçler, isim analizleri, uçuşuyor olay örgüsünün içinde. Bir sonraki kitabını on göz ile beklediğim, günümüz dünyasında mutlaka okunması gereken kitaplar arasında; ufuk açan, beyin yakan, hınzır, uçuk kaçık bir romanlar seriisinin ilk kitabı. İkinci kitabını biraz daha uzun ve daha doyurucu beklemek de bu kitabı için tek eleştirim.
Aylin Doğan; Türk kadın yazarların fazlaca acılı-romantizm sevdasından kopan, yerel kültür ve anlatıyı global değerlerle harmanlamış nadir isimlerden. Ve son olarak; sosyal medyanın edebiyata kattığı benim fikrimce en güzel şey, yazarlarla (tabii ki hepsi ile değil ) iletişim kurmak istediğimizde kurabiliyor oluşumuz. Sylvia Plath’ın Sırça Fanus’undaki Esther karakteri kafamızdaki bütün soru işaretleri ile tarih olmuş durumda. Fakat -egodan arınmış- yeni nesil yazarlarla kitapları hakkında sohbet edebilmek müthiş bir haz. Benim bu hazzı paylaştığım iki yazardan biridir Aylin Doğan.
Ana karakter Lal; eşi ile süregelen, sanırım montonlaşmış tartışmalarından birini yaşarken başlar hikaye. Bir anda -bırakıp gitmek- içgüdüsü ile çarpar kapıyı çıkar evden. Son dönemde dünyada fazlaca ün yapmış olan roman yazarı Murakami’ye hayrandır ve giderken yanına sadece yazarın bir kaç kitabını almıştır.
Tesadüf bu ya; tam bu sıralarda bir arkadaşı yurtdışına çıkmıştır ve bitkilerine su vermesi ve göz kulak olması için evinin anahtarını Lal’ e bırakmıştır. İşte, olayların gümbür gümbür akacağı St. Antonie Kilisesi’nin, her birinde şenlik olan daireleri bulunan apartmanına yolu böyle düşer. Bir de üstüne şu meşhur Murakami’nin İstanbul’a bir panel için geleceğini öğrenir.Tabii ki o panele gidecektir ve tabii ki hiçbir şey Lal’in tahmin edebileceği gibi gelişmeyecektir.
Bir garip kedi -Tom-, İstanbulun delikanlı zangoçlarından bir apartman görevlisi -Hüso Sanchez Coello-, ülkenin pek muhterem korku literatürü ustası bir yazar -Levent K-, ve tabii hafif meşrep bir -Matmazel Plüg-. Namı-ı diğer biricik yeğen ”Marie”. Ek olarak canavar bitki Dolares, içince hülyalara daldıran içki Bloody Mary, yanlışlıkla tekrar diriltilen bir adet Walker, ve son olarak taa Prag’lardan olaya el atan V Kadınlarının tanıdığımız ilk kadını. Vera… Hepsi ve daha fazlası, okurlarını kaçık dünyalarına davet ediyorlar!
See lessKitap Önerileri: Ne Okusam Diyenlere Kitap Tavsiyeleri
Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi TANPINAR Kitabı okuyunca, bu adam bu kitabı gerçekten 1961 yılında mı yazmış dedirten, halen yaşadığımız duygu çıkmazlarını, sinir harplerini, toplumsal çelişkilerimizi, modern çağın absürtlüklerini, tedirginliklerimizi, pişmanlıklarımızı, bizi bize anlatan,Devamını oku
Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi TANPINAR
Kitabı okuyunca, bu adam bu kitabı gerçekten 1961 yılında mı yazmış dedirten, halen yaşadığımız duygu çıkmazlarını, sinir harplerini, toplumsal çelişkilerimizi, modern çağın absürtlüklerini, tedirginliklerimizi, pişmanlıklarımızı, bizi bize anlatan, okunması gereken kitapların en önemlilerinden.
Aslında kitap; toplumumuzun, doğunun rehavetli hakikatiyle, batının pratik zenginliği arasında gidip gelen çeşit karakterlerini konu alsa da kitabın asıl sırrı her okuyanın başka hülyalara dalması bence. Tanpınar’ın dilinin sade ve kolay olduğunu söyleyemeyeceğim fakat kitabın başlarında sabrederseniz, sonrasında bu durumu fark etmeyeceksiniz bile.
Hem psikolojik kitap önerileri isteyip, bir de sürükleyici kitaplar seviyorsanız ikisinin buluştuğu çok nadide eserlerdendir kendisi. Müthiş bir kara mizah, kahkahalarla gülerken içimize inceden bir sıkıntı verebilen bir ironi harikası, muzip ve zeka dolu bir beynin oluşturduğu kaos. Karakter gözlemleri, nokta atışı tespitler, insanın iç yüzünden dünyaya açılan bir tünel. Belki en popüler kitaplar listesine hiçbir zaman giremeyecek fakat mutlaka okuyalım ve okutalım.
Romanın baş kahramanı Hayri İrdal, karısının deyimiyle ‘’içine sinik,sünepe, elini attığı hiçbir işi beceremeyen” kendine bir kimlik bulamamış, aslında ne kendini, ne ailesini ne de içinde bulunduğu düzeni çözememiş ve bize bu sayede tüm bunlar hakkında çözümleme şansı sunan bir karakter.
Her nasılsa saatlere özel bir ilgi duyan Hayri İrdal, kitabımızın doğu neferi olan Nuri Efendi’nin yanında saat tamiri işine başlar. Saat ve zaman sevgisini doruklarda yaşama, hissetme şansını bulduğu işinde; Nuri Efendi’nin zengin olma hevesinden uzak, kendi kabuğunun içinde fikir zenginliğini bulmuş, çalışkan fakat uyanık olamayan hayatına uyum sağlayacaktır.
Ta ki Halit Ayarcı ile yolları kesişene dek. Halit Ayarcı; müthiş bir şevkle yeninin peşinde koşan, batı kalıplarını bize ince ince yansıtan, iç aydınlığının, zerafetin, estetiğin uzağında; yeni dünyanın meşakkatli yoluna adımlarını uyduran ve elini attığı her işi başaran bir karakterdir. Hayri İrdal bu iki dünya arasında kendini bulmaya çalışırken, okuyucu kendi gizli dünyasına döner ve hesaplaşma başlar.
Tam da burada yazarın kendi cümlesiyle durum analizi yapacak olursak; ”iki alem arasında salınıp duran bir halkın boşluğu’’ nu görür,yaşarız. Kitapta; kendinizi kıs kıs gülerken bulacağınız güzel ayrıntılar vardır. Mesela Hayri İrdal’ın sesi berbat olan fakat şarkıcı olmak isteyen ve Hayri Bey’e bu isteği hep gülünç gelen bir baldızı vardır ve Halit Ayarcı sayesinde meşhur bir şarkıcı olmuştur.
Halit Ayarcı’nın benim içimde filizler çıkaran hayat görüşüyle bitirmek isterim. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü kurmak için Hayri bey’i ikna etmeye çalışırken şu düşünceyi ortaya çıkarır : ”ihtiyaçlardan dolayı meslekler ortaya çıkmaz, sen bir meslek kurarsın ve ona ihtiyaç oluşturursun’’ Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Türkiye’nin değil dünyanın en iyi kitaplarındandır.
See lessKitap Önerileri: Ne Okusam Diyenlere Kitap Tavsiyeleri
Hayvan Çiftliği – George ORWELL Dünya’da en çok okunan kitaplar arasında olan Hayvan Çiftliği, George Orwell’in sistemi ve insanı büyüklere masallar tarzıyla anlatarak eleştirdiği bir yapıt. Kendi döneminin sosyalizmini ve aslında Stalin’i eleştirdiği kanısına varılan kitapta insanın bireysel yanlışDevamını oku
Hayvan Çiftliği – George ORWELL
Dünya’da en çok okunan kitaplar arasında olan Hayvan Çiftliği, George Orwell’in sistemi ve insanı büyüklere masallar tarzıyla anlatarak eleştirdiği bir yapıt.
Kendi döneminin sosyalizmini ve aslında Stalin’i eleştirdiği kanısına varılan kitapta insanın bireysel yanlışlarına da sitem ediyor bence. Dili de üslubu da oldukça sade ve akıcıdır. Farklı bir pencereden dünyayı ve sistemi incelemek istiyorsanız kitap önerileri listemde Hayvan Çiftliği’ne şans verin derim. Bakalım siz hangi hayvanda kendinizi bulacaksınız =)
Olay çeşitli hayvanların olduğu bir çiftlikte başlar. Hayvanlarımızın sahibi olan bay Jones’un onları sürekli çalıştırması ve kullanması; karşılığını sadece karınlarını doyurarak ödemesi bazı hayvanların( bilhassa domuzların) canını fazlasıyla sıkmaktadır. Sahip, emeklerini sömürerek ve onlara zulmederek zenginliğin sefasını sürmektedir.
Hayvanların arasında oldukça yaşlı olan ve ‘’koca reis’’ olarak anılan bilge, bir gün hayvanların hepsini yanına toplar. Bir rüya gördüğün ve yakın zamanda öleceğini söyleyen koca reis artık sömürü altında yaşamamaları gerektiğinden de bahseder ve çok geçmeden ölür. Zaten hali hazırda sahibe karşı içten içe homurdanmalar artarken değer verdikleri reislerinin de ölmeden önce söylediği şeyler; -domuzların öncülüğünde- yönetimi ele geçirmek için bir plan yapmaya koyulmalarına sebep olur.
Plan güzel işler ve artık sahip yoktur. Yönetimi ele geçiren hayvanlar ilk etapta özgürlüğün tadına varır ve şevkle çalışmaya başlarlar. Herkesin yeteneğine göre iş bölümü yaparak, diğerinin işini sorgulamadan ve kendinden daha güçsüze yardım ederek günlerini geçirirler hayvanlarımız.
Bir süre sonra domuzlar yönetimi tamamen ele geçirir ve diğer hayvanları kullanmaya, karşılığında sadece karınlarını doyurmaya başlarlar. Domuzlarla birlikte bir kısır döngü daha okuyacağımız kitap ilk yazıldığı zamna nazaran şimdilerde popüler kitaplar arasındadır.
See lessKitap Önerileri: Ne Okusam Diyenlere Kitap Tavsiyeleri
Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Markuez Markuez romanları, sürükleyici kitap önerileri arayanların koşarak uzaklaşmaları gereken romanlardır. Yazarın ''büyükannem geleceği sezen, geçmişte olan korkunç olayları bile aynı ses tonuyla sakin sakin bana anlatan bir kadındı ve ben de size olayları buDevamını oku
Yüzyıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Markuez
Markuez romanları, sürükleyici kitap önerileri arayanların koşarak uzaklaşmaları gereken romanlardır. Yazarın ”büyükannem geleceği sezen, geçmişte olan korkunç olayları bile aynı ses tonuyla sakin sakin bana anlatan bir kadındı ve ben de size olayları bu üslupla yansıtmaya çalıştım’’ tarzındaki açıklamasından da anlaşılıyor söz konusu romanın akıcılık seviyesi.
Bir yere varmayı beklemeyip, sadece ana odaklanıp kendinizi yazara bırakırsanız nehirde sakince yol alıyorsunuz aslında romanda. Olaylar; perde arkasında günahlarıyla, korkunçluklarıyla vahşice seyrederken siz ön tarafta yazarın tüm bunları anlatırken ki duygusuzluğuyla, derin bir yalnızlık melankolisiyle salınıyorsunuz. Bir ailenin konu edindiği kitapta, üç kuşak erkeklerine aynı isimlerin verilmesi okuma ve odaklanmayı güçleştiriyor fakat aynı zamanda farklı bir haz veriyor.
İlk sayfadaki soy ağacından sıklıkla faydalanılacak bir olay örgüsüne sahip. Aslında kitabın ve yazarının böyle bir iddiası yok ama ben size psikolojik kitap önerileri başlığında değerlendirmenizi tavsiye ederim. Yazar bilincinde çocukluğundan kalan olaylar ve bu olayların kendisine yansımalarını anlattığını söylüyor. Bana kalırsa karma karışık bir beyin ve bilinçaltı eseri.
Kitabın büyüleyici bir diğer yanı ise; kitabın dili okuru öyle hipnotize ediyor ki, anlattığı garip ailenin içinde toprak yiyen, göğe yükselen kız, durmadan yağan yağmur ve evi yiyen karıncalar okuru hiç şaşırtmadan olay örgüsünün içinde akıp gidiyor. Markuez’in; içinde sapkın, tuhaf, yalnız, mutsuz, büyücü ve kehanet habercisi insanların yer aldığı ailesinde roman boyunca kalmak kabul ediyorum kolay olmuyor fakat bilincinize şimdiye kadar yaşamadığı bir serüven yaşatmak istiyorsanız bu romanı mutlaka okumalısınız.
Hikaye; ailelerin karşı çıkmalarına rağmen Ursula ve Jose Arcadio’nun akraba evliliği yapmasıyla başlar. Bundan önceki akraba evliliklerinin bir tanesinden doğan domuz kuyruklu çocuk ailelerin korkmasının asıl sebebidir. Bir gün bir horoz dövüşü sırasında kavga ettiği bir adamı öldüren ve kasabada evliliği hakkındaki dedikodulardan sıkılan Jose, kasabadan uzak bir yerde kendi ailesini kurmak ister ve kendi gibi düşünen hanelerle birlikte izole bir hayat kurar. Karısı Ursula gelecek sezgileri yüksek bir çingenedir ve ailesinin lanetini sezmeye başlamıştır bile.
Kocası simyayla derinden ilgilenir ve akıl sağlığını kaybeder. Bir ağaca bağlı bir süre yaşar ve ölür. Sonrasında dünyaya gelen erkek çocuklarının sadece iki çeşit ismi olur ve hepsinin günahlarla, tuhaflıklarla korkularla ve yalnızlıkla dolu hayatları olur.
Kehanet gerçeğe dönüşmüştür ve lanetlenen ailede üç kuşak yüz yıl boyunca domuz kuyruklu bebeklerin yanı sıra teyzesiyle birlikte olan çocuklar, toprak yiyen kızlar, Çingenelerle yatan oğlanlar, karıncaların yediği insanlar, sürekli yağan bunaltıcı yağmurlar ve birbirinden farklı şekilde dünyanın dibini görmüş karakterler.
Sonuç olarak ‘’soyun atası ağaca bağlanır, sonuncusunu da karıncalar yer’’ lanetlenmiş bir yüzyıl ve yüzyıllık bir yalnızlık. Bu özet kitabı karşılamaz, aslında bu kitap özete sığacak olay içermez. Belki de okuduğunuz en iyi kitaplar arasına girecektir kendisi. Mutlaka şans vermelisiniz.
See lessKitap Önerileri: Ne Okusam Diyenlere Kitap Tavsiyeleri
Uçurtma Avcısı – Khaled Hosseini (Halit Hüseyni) Kitap önerilerimden bir diğeri olan uçurtma avcısı, dünyada en çok okunan kitaplar arasında kaldı uzunca bir süre. Popüler romanlar arasında adından sıkça bahsettiren roman, edebi yönü zayıf fakat insani duygularımıza dokunuyor ve kendi içindeki sırrıDevamını oku
Uçurtma Avcısı – Khaled Hosseini (Halit Hüseyni)
Kitap önerilerimden bir diğeri olan uçurtma avcısı, dünyada en çok okunan kitaplar arasında kaldı uzunca bir süre. Popüler romanlar arasında adından sıkça bahsettiren roman, edebi yönü zayıf fakat insani duygularımıza dokunuyor ve kendi içindeki sırrı da tam olarak bu. İçimizde olan tüm duygular; dostluk,sadakat,kıskançlık,pişmanlık… hikayede hepsi ilmek ilmek işlenmiş.
Popüler romanlar beni ilk etapta kendinden uzak tutar fakat bu konuda en tehlikelisi genelleme yapmaktır. Kitabı yarıda bırakmadım, bitince’’zaman kaybı’’olarak görmedim, etkilendim, duygularıma dokundu. Bunlarla birlikte okumadan ölmeyin diyebileceğim kitap önerilerinden değil kendisi. Kitabın filmi de var şimdilerde, diğer çoğu uyarlama gibi bu film de asıl ruhu yansıtamamış fikrimce. Seçim sizin…
Hasan ve emir aynı evde doğmuş, aynı sütanneden emmiş, aynı oyunları oynayan, aynı zevkleri olan iki çocuk. Biri ağanın, diğeri ise evin hizmetlisinin. Hasan, Emire karşı müthiş bir sevgi ve dostluk besler. Emir ise Hasan’ın yeteneklerinden faydalanır, birlikte oyunlar oynayıp eğlenir fakat aralarındaki statü farkını da fazlasıyla hissetmektedir.
İki çocuk yine birlikte vakit geçirirken başlarını belaya sokarlar ve Hasan, Emir’i kurtarmak için kendini tehlikeye bırakır. Emir, hiç düşünmeden Hasan’ı bırakır ve uzaklaşır. O gün Hasan’a yapılanları uzaktan izler, müdahale etmeden…
Emir olanların korkunçluğu ve kendisinin olanlara seyirci kalmasının ağırlığını atlatamaz ve çözümü arkadaşını evden göndermekte bulur. Hasan’ı hırsızlıkla suçlar. Babalarını aralarındaki sır ve dostluktan kaynaklı Emir’in babası hizmetlileri evden göndermek istemese de Hasan’ın babası suçlamadan sonra oğluyla birlikte evi terk eder.
Ülkedeki karışıklıktan dolayı Emir’in babası varlıklarını kaybedince, diğer bir çok insan gibi oğlunu alıp Amerika’ya gider. Olaylar aslında yıllar sonra Emir’e gelen bir telefonla netleşecektir.
Gelen telefonla Kabil’e tekrar dönen Emir’e hayat bir şans daha vermiştir(?!) ve beraberinde bir çocukla döner. Bakalım insan yeniden iyi olabilecek midir. Bu karar da her okura ayrı ayrı bırakılmış sanırım.
See lessKitap Önerileri: Ne Okusam Diyenlere Kitap Tavsiyeleri
Bin Muhteşem Güneş - Khaled Hosseini (Halit Hüseyni) Kitap önerileri listemdeki diğer kitap olan Bin Muhteşem Güneş güncel popüler romanlardan. Dönem yazarı olan yazarımız yine, büyüdüğü toprakların sıkıntılarını ve insan duygularını konu almış. Dili gayet sade fakat betimlemeler diğer bahsettiğim kDevamını oku
Bin Muhteşem Güneş – Khaled Hosseini (Halit Hüseyni)
Kitap önerileri listemdeki diğer kitap olan Bin Muhteşem Güneş güncel popüler romanlardan. Dönem yazarı olan yazarımız yine, büyüdüğü toprakların sıkıntılarını ve insan duygularını konu almış. Dili gayet sade fakat betimlemeler diğer bahsettiğim kitabına göre daha başarılı olmuş.
Edebiyat, zihin oyunları beklemeden konunun dramatik tarafıyla doyum sağlanabilecek bir roman kendisi. Yazar, olay örgüsü kurmakta oldukça başarılı ve sıkılmadan sürükleneceğiniz bir hikayesi var. Mutlaka okunması gereken kitaplardan olduğunu düşünmüyorum. Bunu yanı sıra iç dünyamıza mutlaka farklı tatlar bırakacağına inanıyorum.
Hikaye şehirden uzak bir göl kenarında yaşayan bir anne kız ile başlar. Meryem ile Nana. Anne kendini asar ve yasak aşkın meyvesi Meryem, babasının yanına gider. Kendi ailesi olan babası, dönemin şartlarında hiç de garip olmayan bir şey yapar, henüz çocuk olan meryemi evlendirir.
Tanrı Meryem’e bir bebek vermez ve kocası zamanla Meryem’e kötü davranmaya dövmeye başlar. Aslında kitap bundan sonra, çiftin hayatlarının Leyla ile kesiştiğinde başlar. Kuma olarak ilişkilerine başlayan iki kadın, aynı koca tarafından dövülürken ana kız olurlar.
Hikaye; Meryem’in sadece bir annenin yapabileceği bir fedakarlıkla kırılma noktasını yaşar ve Afganistan’da kadın olmanın dayanılmaz çaresizliğini hissederek ve muhtemel gözyaşlarımızla birlikte son bulur.
See lessKitap Önerileri: Ne Okusam Diyenlere Kitap Tavsiyeleri
Simyacı – Paulo COELHO Paulo Coelho… Kitapları; okurunu yormayan, dili sade, her hikayesinde ayrı manalar taşıyan fakat hepsinde aynı ruhu yansıtan, çağımızın hastalığının şifası niteliğinde. ‘’Ölmeden mutlaka okunması gereken kitaplar’’ dan olan Simyacı, yazarın üçüncü kitabı. Bir dönem Türkiye’deDevamını oku
Simyacı – Paulo COELHO
Paulo Coelho… Kitapları; okurunu yormayan, dili sade, her hikayesinde ayrı manalar taşıyan fakat hepsinde aynı ruhu yansıtan, çağımızın hastalığının şifası niteliğinde. ‘’Ölmeden mutlaka okunması gereken kitaplar’’ dan olan Simyacı, yazarın üçüncü kitabı.
Bir dönem Türkiye’de en çok okunan kitaplar arasında olması Türk okurunun hayatına dokunması açısından oldukça mutluluk verici. Kendimizi dinlemeyi unuttuğumuz, iç dünyamızdan bi haber olduğumuz çağımızın koşullarında, okuruna ‘’kendini tanı, ruhunun isteğini dinle, bunun için dünyanın başka bir ucuna gitsen de; giderken karşılaştıklarınla öğrendiğin, yaşadığın şeyler sana kendi özünü verir’’ diyor.
Bize özümüzü bulmamızın haritasını sunuyor. Tüm bu yorumlarımdan dolayı, beklentinizi yükseltip sanmayın ki bir sır veriyor. Hikayenin satır aralarına dikkat edilmesi gereken bir roman. Kitap önerileri listemde, hatırladığımda kalbimi hissetmemi sağlayan, ender yazarların ender kitaplarından Simyacı.
Yazarın, Müslümanlara ve Türklere karşı özel ilgisinin olduğu başka kitaplarından da anlaşılıyor ve merak uyandırıyor. Bir günde başlayıp bitirebileceğiniz, bitirdiğinizde üzerine düşüneceğiniz, yumuşak, sıcak umut dolu bir roman. Popüler kitaplara olan kıramadığım önyargımda da beni haksız çıkaran Simyacı, benim favori kitaplarımdandır ve mutlak önerilerimdendir.
Endülüslü İspanyol çoban Santiago. Santiago çocukken ailesi onun rahip olmasını ister fakat o farklı yerler görmeyi öyle çok ister ki bunu yapmak için bildiği tek yol olan çobanlığı seçer. Çobanken mutludur.
Hayvanlarıyla kurduğu ilişki, yünlerini satmaya gittiği dükkan sahibinin aşık olduğu kızıyla bir saat sohbet etmek için beklediği aylar, gittiği gördüğü yerler ve okuduğu kitaplar. Bütün bunlar Santioago’ya çok iyi gelmektedir. Tüm bu hayatını dolduran şeyler, iki gün üst üste gördüğü rüyadan sonra boş gelmeye başlar ve o rüyanın ona gösterilme amacının olduğuna inanır. İşte bu olaydan sonra yaşananların her detayında ayrı güzellik saklıdır. Endülüslü çoban Santiago çöller aşar, hayatına yön verecek insanlarla tanışır, simya öğrenir ve piramitlere ulaşır. Yazarın mesajı da burada saklıdır.
Bana göre; bir kitapta her okuyanın farklı şeyler hissetmesi, farklı yargılar çıkarması kitabın kalitesini belirler. Fakat Simyacı tek bir yerinden tek bir yargı çıkarılacak bir kitap olmadığından hissederek, durup düşünerek okumanızı tavsiye ederim.
See less